Yükleniyor...
Türkiye’nin bekası, birliği ve bütünlüğü tehdit altındadır. Hem de bu tehdit hemen hemen her gün, her vesileyle ve bizzat Cumhurbaşkanı tarafından dile getirilerek sıradanlaştırılmıştır. Bu sıradanlaşma toplumu son derece olumsuz bir şekilde etkilemiş, ekonomik sıkıntılar sebebiyle de moral bozukluğu had safhaya gelmiştir. Bu durumun sorumluları çıkış yolunu bulabilirler mi? Bunun cevabı kesinlikle hayır olacaktır. Peki, niçin?
Bu sorunun cevabına, “Nasıl bu hale geldik?” sorusuyla başlayabiliriz. Kısa kısa dokunuşlarla geçmişe bakmak yararlı olur.
Ülkemizi 15 yıldır, “Dağa taşa ‘Ne Mutlu Türk’üm Diyene’ yazdınız ama bu ülkede sadece Türkler yaşamıyor ki… Türk, Kürt, Çerkez, Laz, Arnavut…” diye devamlı tekrarlayan, Türk milli kimliği ile kavgalı, ideolojik bir zihniyet yönetmektedir. Yönettiği milletin tarihi, sosyolojisi ve anayasal kimliği ile sorunu olanlarla bir yere varılamayacağı aşikârken, onlar her gün surda başka bir gedik açmakla uğraşmaktadırlar!
Yöneticiler günlük uygulamalarında hukukun dışına çıkınca, hukuku yöneticilere uydurmak için anayasa referandumuna gidilmiştir. Yaptıklarına da “Yeni Türkiye” diyeceklerdir. Aslında hayallerinin yeni değil başka bir Türkiye olduğu da apaçık ortadadır. Haddizatında hiçbir şey yeni de değildi. Yeni diye sunulan her şey, 19. yüzyılda başlayan ve cumhuriyetin ilanıyla çözüme kavuşan tartışmalara yeniden dönülmesiydi. Yani 100 yıl önceki çözüme itiraz söz konusuydu. 1923’te ilan edilen Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nin; sadece “Türk etnisitesi (!) üzerine kurulduğunu; tekçi, inkârcı ve asimilasyoncu bir yapı” olduğunu iddia ediyorlardı. Bunun için bir çıkış yolu da bulunmuştu: “1920 ruhu canlanmalıdır”. Vatan hainlerinin heykelleri dikildi, düşmanla işbirliği yapanlar kutsandı. Heykelini diktikleri veya kutsadıkları kişiler aynı zamanda 1920 ruhuna karşı çıkan ya da o ruhun katline fetva verenlerdi.
Yaşananların ilk işareti Temmuz 2001’de; “Irka dayalı milliyetçilik yapmayacağız, dine dayalı milliyetçilik yapmayacağız, Türkiyelilik bilincini geliştireceğiz.” denilerek verilmiş, Türk Milleti’nin kimliğiyle ilgili düşünceler ortaya konulmuştu.
3 Kasım 2002 seçimlerinin ertesi günü Yunanistan Başbakanı’nın kutlama için aramasından iki gün sonra “Kıbrıs konusunda Türkiye’nin Belçika Modeli teklifine sıcak bakıyoruz” açıklaması da devlet ve yönetim anlayışı için çok önemli bir işaretti.
Seçimlerden zaferle çıkmış bir parti vardı ancak genel başkanı milletvekili değildi. Seçim sonuçları bile tam olarak belli olmamış, TBMM oluşmamış, hükümet kurulmamışken, devletin İstiklal Harbi’nden bu yana uğruna savaşa girdiği tek milli meselede; devletin yetkili ve ilgili kurumlarından bilgi almadan, genel başkan tarafından, konunun muhatabına böyle bir çözüm teklif ediliyordu. Bu Türk Devlet felsefesindeki devamlılık esasının dışında ve normal şartlarda beş yıllığına emanet alınan yönetme yetkisini sınırsız bir şekilde kullanma felsefesini ortaya koyan ilk önemli işaretti. Zımnen, “Benden başka kimse yok, benden öncesi yok, benden sonrası da olmayacak.” deniliyordu. Zamanın şartları içinde bunların görebilmesi pek de mümkün olmamıştı.
Bu anlayışın devamı uygulamalar zaman içinde peşpeşe geldi. Bağımsız devletimizin tapu senedi olan Lozan Antlaşması ile kavga ettiler, kurucularla kavga ettiler, daha da ileri gidip İstiklal Harbi ile ilgili ileri-geri sözler ettiler. Başarısız girişimlerdi ama güçleri yetmeyecekti çünkü cumhuriyeti kuranlar doğruyu yapmışlardı, haklıydılar. Türk Milletinin gönlünde müstesna bir yerleri vardı ve millet, onlara sahip çıkıyordu. Haklının ve doğrunun karşısında bugün geldikleri yer, ilk iktidar olduklarından bu yana, fırsat buldukça yanlışlarını konuştukları o kurucuların fikirleri ve izledikleri siyaset(ler)e dönmek oldu. Hani masallar; “az gittim uz gittim, dere tepe düz gittim. Bir de bakmışım ki bir arpa boyu yol gitmişim.” diye başlar ya, işte öyle oldu. Hatta Türkiye bir arpa boyu bile yol alamadı ama yol alanlar başkaydı.
16 Nisan (2017) Referandum akşamı Cumhurbaşkanı’nın açıklaması, “200 yıllık kadim tartışma sona erdi” şeklindeydi. Bazı gazeteler de; “3 Kasım 1839’da okutturulan Tanzimat Fermanı ile ‘Sultan’ ve ‘Halife’nin otoritesinin azaltılarak (…) zerkedilen narkoz resmen ve fiilen sona ermiş oldu” diyeceklerdi.
Bütün bunlar için evvela, önlerinde en büyük engel olarak duran Türk Silahlı Kuvvetleri, başlamasına ABD Başkanı Bush’la yapılan görüşmede karar verildiği ifade edilen Ergenekon, Balyoz, Casusluk gibi davalarla çökertildi. Bununla silah arkadaşlığı fikri ve hukuku yok edilmişti. Özellikle Ergenekon adıyla yürütülen dava ile Türk Milli Kimliğinin en önemli yapıtaşlarından birisi olan destanımıza kastediliyordu. Yani Türk mitolojisi de hedefteydi. Ardından, Silahlı Kuvvetlerin kozmik odasına girilmesine müsaade ettiler, onlara göre “devlet bağırsaklarını temizliyordu.” Sonradan öğrenildi ki oradan alınan bilgilerin nerede olduğu, kimlere verildiği bilinmiyormuş. Neredeyse yüz yıllık bir çalışma yok edilmişti. Doğrudan devletin omurgası hedefti ve on ikiden vurulmuştu.
Yoldaki taşlar temizlendikten sonra esas operasyona geçildi. Önce, “Kürt Açılımı” adı verilen ama tepkiler önemli ölçüde artınca “Barış ve Kardeşlik”, daha sonra “Çözüm Süreci” denilerek bölücü örgütle kurulan ilişkiler ve yapılan pazarlıklar hep birer proje olarak açıklandı. Habur’daki çadır mahkemesi rezaleti, Oslo’da terör örgütü ile yapılan, en az beşi bilinen ve Başbakanlık Müsteşar Yardımcısının bizzat görevlendirildiği görüşmeler ve ardından İmralı’da mahpus olan bölücü başı ile yapılan müzakereler izledi. Bu süreçte, açılımı yürütmekle sorumlu Devlet Bakanının bölücü başı ile bizzat görüştüğüne dair bilgiler medyada yer aldı. Bu görüşmelerin tutanakları onun adıyla kitap olarak Avrupa’da yayınlandı, orada da bu bilgi yer alıyordu ama üstü bir şekilde kimse tarafından açılmadı.
Bütün bunların sonucunda 28 Şubat 2015’te Dolmabahçe Sarayı’nda 10 maddelik bir mutabakat açıklaması yapıldı. Tam da bir devlet kuruluşu açıklaması gibiydi. Önce, “bu hasretle beklediğimiz çağrıdır. (…) Ne istendi de bu ülkede hükümet, 12 yıllık başbakanlığım döneminde verilmedi?” denildi. (Erdoğan, 28 Şubat 2015, Suudi Arabistan’a giderken havaalanında)Fakat sonra, içten içe artan kamuoyu tepkisinden olsa gerek, “Kürt sorunu yok Kürt kardeşimin sorunu var”a dönüldü. Bu arada, bir yandan da bölücübaşının nevruz günü okunmak üzere kaleme aldığı mektup üzerinde rötuşlar da yapılıyordu. Olayın bölücülerin adına katılan aktörleri tarafından, “Kimlerin katılacağı ile oturma düzeninin bile hükümet tarafından tespit edildiği” söylenecekti. Hatta İmralı heyeti diye kurumsal bir isim verilen heyetin başkanı olan ve İmralı cezaevi ile Ankara ve Kandil arasında mekik dokuyan Sırrı Süreyya Önder TBMM Kürsüsünden; “Sayın Cumhurbaşkanı o zaman Başbakan’dı, beni aradı, ‘Kandil’e gittiniz, ne oldu’ dedi. Devamını mahkemelerde söyleyeceğiz. Onun için, Kandil’den talimat alan kimmiş, Kandil’e haber gönderen, ricacı gönderen kimmiş, kaldırın dokunulmazlığımızı, bütün bunları mahkemelerde konuşacağız” diyecekti. Bu sözler ilgilileri tarafından yalanlanmadı. Yani bir nevi tavşana kaç tazıya tut denilmekteydi…
İmralı Pazarlıkları ve Dolmabahçe Mutabakatı sürecinde, Çatışmasızlık diye bir kavram icat edildi ve teröristler, güvenlik güçlerinin önünden geçse dahi müdahale edilmesine izin verilmedi. Bir de bakıldı ki birçok şehir ve ilçemizde hendekler açılmış, yeraltına tüneller kazılmış, buralara silah ve mühimmat yığınağı yapılmış, el yapımı patlayıcılar yerleştirilmişti. Oslo Görüşmelerinde (2011) devletin istihbarat bürokratı: “Biliyoruz metropolleri de bu arada patlayıcılarla doldurdunuz.” demişti. Yani, aslında devletin her şeyden haberi vardı ama görmezden gelinmişti.
Her birisi dünyaya bedel olan nice yiğidimizi bu mücadelede kaybettik. Bu mücadelede şehir ve ilçelerimizin birçok mahallesi yer ile yeksan oldu. Bu ağır bedele rağmen şükür ki başarıldı, Türk Askeri ve Türk Polisi kararlılığını ortaya koydu. Başarıda, Türk Milletinin çok uğraşılan ancak bir taşı bile sökülemeyen sağlam milli yapısı büyük rol oynadı. Mücadele edilen yerlerde oturan insanlar sesini bile çıkarmadan Devletini destekledi ve Milletinin yanında durdu.
Ancak, terörle değil sadece teröristle mücadele edilmişti. Bu gözden kaçmıştı. Yani bataklık kurutulmuyordu çünkü bataklığa devamlı su taşıyan siyasi iktidarın kendisiydi. Türk Kimliği ile kavgalı olmak bataklığa su vermek demekti. Bu da niçin bir arpa boyu yol alamadığımızın sebeplerinin en başta geleniydi…
Ege Denizindeki bizim olan 18 Adaya Yunan Bayrağı çekilmesine göz yumulmuştu. Sorana da ya Lozan’da kaybettiğimiz adalar polemiği ile cevap veriliyor ya da soru duymazlıktan geliniyordu.
Cumhuriyet Tarihi’nde uğruna girdiğimiz tek savaş sebebi olan Kıbrıs neredeyse Rumlara teslim edilmek üzereydi.
1915 Olaylarında(!) ölen Ermenilerin torunlarına taziye bildirildi, onların acılarının anlaşıldığı açıklaması yapıldı.(Başbakanlık, 2014)
Güney komşularımızda olanlara seyirci kalınmıyor(!) habire sobaya odun atmakla meşgul olunuyordu. Yöneticilerin gözü açık gördükleri ideolojik rüyalar bunu fırsat olarak değerlendiriyorlardı. Her türlü uyarıya yine aldırılmıyor, uyaranlar sert ve nezaketten uzak bir şekilde; “Siz haklı olsaydınız yüzde ellibir’i siz alırdınız…” diye cevap veriliyordu…
Bu şekilde Irak yönetimine rağmen Barzani ile diplomatik ilişki kuruldu. Dolmabahçe Sarayı’nda Başbakan ve Dış İşleri Bakanı ile Barzani arasında yapılan görüşme sonrasında, Bakan; “Son dönemde Türkiye’nin Kuzey Irak’taki Kürt kardeşleriyle ilişkileri büyük bir ivme kazanmıştır. 2009’da ben, bu sene de Başbakan Recep Tayyip Erdoğan Erbil’i ziyaret etti. Bütün dünyaya Sayın Başbakanımız güçlü bir mesaj verdiler. Kürtler ve Türkler, hangi ülkede olurlarsa olsunlar ezeli ve ebedi kardeştirler. Ve bu ezeli ve ebedi kardeşlik bu zeminde güçlenerek geleceğe taşınmalıdır. Bölgemizde yaşanan son gelişmelerle bu kardeşliğin daha da geliştirilmesi büyük önem kazanmaktadır. Çünkü bölgemizde bütün yapılar yeniden inşa edilirken, Türkler ile Kürtler arasındaki bu kardeşliğin inşa edici bir rolü var. Bölgemizde kalıcı bir etki yapacaktır.” diyecekti (Ahmet Davutoğlu, 3 Kasım 2011).Barzani ile proje ortaklığı bir kez daha ilan edilmişti.
Yine hiçbir uyarıya aldırmadan yollarına devam ettiler ama 2017’ye gelindiğinde, Barzani’nin bağımsızlık referandumunun ertesi günü, o dönemin Başbakanı olan Cumhurbaşkanı: “Böyle bir yanlışa düşeceğine ihtimal vermiyorduk, demek yanılmışız” diyecekti (2017-2018 Akademik Yılı Açılış Töreni 26 Eylül 2017).
Şam yönetimini devirmek için Suriye muhalefetine neredeyse sınırsız destek verildi. Her coğrafyadan ipini koparan soluğu güneyimizde aldı, sınırlarımız kevgire dönmüştü. Yaralananların ülkemizde tedavi edildiğine dair haberler basında yer alıyordu.
IŞİD belası göz göre göre geldi. Artık Müslümanlar koyun gibi boğazlanıyor, diri diri ateşe atılıp yakılıyordu. Ölen de Allah-u Ekber diyordu, öldüren de…
Canını kurtarmak için kaçanlara “onlar muhacir biz ensarız” denilerek kucak açıldı. İlk başlarda özellikle Irak’tan, Türkmen meselesi yüzünden Barzani’nin örtülü destek verdiği IŞİD’ın katliamından kaçan Türkmenler alınmıyordu. Ezidiler, Süryaniler, Araplar hepsi sorgusuz sualsiz alınıyor ama Türk’üm diyenlere kimlik soruluyor ve sınırda bekletildikten sonra geri gönderiliyordu. Bu şekilde binlerce Türk(men) ya çölün şartlarına ya da IŞİD’in zulmüne terk edildi.
Bu şekilde dört milyonu aşkın sığınmacı ülkemize giriş yaptı. Ama doğru dürüst bir kayıt tutulmadı ve nerede ne kadar sığınmacı olduğu bilinmez hale geldi. Gelecekte milli güvenlik tehdidi haline gelebilecek sığınmacı problemi ile birlikte yaşar hale geldik. O gün katil rejimden(!) kurtardığımız insanların, bugün rejimleriyle anlaşmak üzereyiz. Yine bir arpa boyu yol alamamıştık.
Güneyimizde, Suruç’un karşısındaki Ayn el-Arap’ta IŞİD ile PKK’nın Suriye kolu PYD hâkimiyet mücadelesi veriyordu. ABD’nin başkanı Obama ile bir görüşme sonucunda, peşmerge kılıklı PKK teröristlerinin Ayn el-Arap’a geçmesine izin verildi. Sözde IŞİD ile mücadele ediliyordu. Fakat asıl maksat bölücü başının hapisteyken kurdurmasına göz yumulan PYD’yi kurtarmaktı. Teröristler, hem de bir 29 Ekim’de (2014) Cumhuriyet Bayramı’nda, “biji serok Obama” sloganları eşliğinde, Türk polisi eskortu ile ve Türk askeri korumasında geçtiler. Yoldaki yemeklerini de devletimiz karşılamıştı.
Ayn el Arap kurtarıldı(!), adı da Kobani oldu. Nüfusun çoğunluğunu Türk ya da Arapların oluşturduğu bölgelerde etnik temizlik yapıldı. Türk ve Arap nüfus bölgeden sürülüp çıkarılmıştı. Türkiye’nin yöneticileri sayesinde artık orada bir kanton yönetimi kurulmuş ve PYD-PKK’nın bir devletçiği olmuştu. Dönemin Başbakanı da partisinin Diyarbakır İl Kongresinde yaptığı konuşmada: “Kobani’ye buradan selam ediyorum. Kobani’deki her kardeşimin alnından öpüyorum. Kobani bize tarihin emanetidir.” demişti. Sonradan buradaki yapılanmaya itiraz ettiler ancak başlatılan Rakka operasyonu esnasında “Fırat’ın batısına geçilmesini kabul edemeyiz…” söylemiyle bu yapılanmaya rıza gösterildi. Bu operasyon da aslında güneyimizde, İskenderun’dan çıkacak Kürt koridorunu kurma operasyonunun başlangıcıydı.
Önceleri Hatay’ın sınırındaki Afrin görmezden geliniyor hala Suriye’de “Katil(!) Esed gitmeli” söylemleri ile savrulmalar yaşanıyordu. Bu süreçte; Rusya’nın Hazar Denizinden 26 füze fırlattı (7 Ekim 2015). Hemen sonrasında da bu füzelerin tamamını hedeflerine ulaştığını açıklamıştı. Anlaşılan oydu ki operasyon, İran ve Irak ile mutabakat içinde yapılmıştı. O günlerde kimsenin üzerinde durmadığı ya da durdurulmadığı(!) bu olaydan çok sonra, füzelerden birisinin topraklarımıza düştüğü ama patlamadığı Bizzat Cumhurbaşkanı tarafından açıklanacaktı, ama ne hikmetse medyamız bu açıklamayı da görmezden geliyordu (2 Şubat 2016, Santiago).
Bu füzelerden az bir zaman sonra, angajman kurallarını çiğnediği için bir Rus uçağı düşürüldü(24 Kasım 2015). İlk açıklama Cumhurbaşkanlığı yetkililerince Anadolu Ajansı’na, “Rus uçağı düşürüldü” şeklindeydi ama 10 dakika sonra Genelkurmay Başkanlığı “Milliyeti tespit edilemeyen uçak” diyecekti. Genelkurmay olaya balans ayarı yapıyordu. Gelişmeler devlet yönetimindeki zaafı açıkça gösteriyordu. Anlaşılan o ki, birileri kahramanlık (!) rolü kapma yarışındaydı ama devlet çok zor duruma düşmüştü. Devletin en son sözü söyleyecek en üst makamı, hiç söylenmemesi gerekeni daha ilk cümle olarak sarf edecekti. Bunun bedeli ağır ödendi. Araya Nazarbayev’in girmesi ve “yanlışlık oldu” şeklinde bağlanan arabuluculuğuyla kriz çözüldü. Rusya, Türkiye’nin özür dilediğini açıklıyordu. Biz yine bir arpa boyu yol almıştık, muarızlarımız ise dağları aşmışlardı…
15 Temmuz 2016’ya gelindiğinde, Türk Tarihi’nin en acı günlerinden birisi yaşandı. Türk Silahlı Kuvvetleri içinde yapılanmış olan, siyasi iktidarın her türlü uyarılara rağmen göz yumduğu ve Yüksek Askeri Şura Kararları ile önlerini açtığı bir yapılanma darbe girişiminde bulundu. Kardeşkanı aktı, Meclis bombalandı. Çok şükür ki başaramamışlardı. Cumhurbaşkanı şaşkınlığını, alelacele düzenlenen Olağanüstü Din Şurası’nda; “Menzilimiz birdi, alınları secdeye geliyordu… Aldandık… Yanılmışız… Rabbim ve Milletim affetsin…” gibi ifadelerle açıklayacaktı. Artık aldanma ve aldatılma itirafları sık gelmeye başlayacaktı. Şura da, sanki darbecileri ve başındaki haini Din dışı ilan etmek için toplanmıştı. Sonuç Bildirisi böyle bir dille yazılmıştı. Hain darbenin şifreleri bu şekilde çözülmüş oluyordu sanki. Ayrıca ilginç bir husus daha vardı ama ülkenin karışık durumunda pek de dikkat edilmemişti. Bu bildiri ile Yüce Dinimizde olmayan bir aforoz (!) yöntemi de oluşturulmuştu.
Darbeci hain yapı ile mücadele başladı, bu yapılırken de, “Yeni bir devlet” yapılanması açığa çıkmaya başladı. Özellikle en önemli devlet organı olan ordu yeniden yapılandırıldı. Harp okullarının yönetimi sivil yöneticilere devredildi. Genelkurmay Başkanlığı Cumhurbaşkanlığına, Kuvvet Komutanlıkları Savunma Bakanlığına bağlandı. Genelkurmay Başkanlığı herhangi bir kuvveti olmayan bir sembolik makam haline getirildi. Hatta medyada, TSK’nın bu yeni yapılanmasına dair uygulanan projenin, darbe girişiminin hapisteki kilit isimlerinden birisi tarafından hazırlandığı yazılıyordu. Bu da yalanlanmadı.
Fırsat bu fırsattı, karşı çıkanlar da darbeci suçlamasına maruz kalıyordu. Yeni Devlet kuruluşuna dair açıklamalar medyada yer almaya başladı. Ağzını tutamayıp erken konuşanlar oldu. Malumu ilam edenler de derhal susturuldu. Fakat “Yeni Türkiye” söyleminden de Türk kimliği ile mücadeleden de hiç vazgeçilmedi. Son dönemde, arada bir toplumun gönlünü okşamak için Türk demek ihmal edilmedi. Ancak, özellikle Cumhurbaşkanı’nın 10 Kasım (2017) konuşmasında çok vurgulu bir şekilde, kimliksiz bir milletten bahsedilerek; yine geçmiş suçlamaları ve güya yanlışlıkları, eksikleri ya da farklılıkları öne çıkarılmaya devam edildi. Değişen bir şey yoktu.
Bütün bunlar yaşanırken ve TSK’nın içinde bulunduğu çok zorlu şartlara rağmen, Fırat Kalkanı Harekâtı yapıldı. Bu sürecin en isabetli kararıydı. İskenderun’u tehdit eden Kürt Koridoru emeline biraz da olsa ket vuruldu. Ama bu sefer de Afrin bir tehditti.
Türkiye, Afrin’i dillendirince Rusya orada bayrak gösterdi. Bütün komşularıyla bir şekilde arası açık olan, uluslararası anlaşmalarla müttefik olduğu devletlerle ilişkileri neredeyse kopacak kadar gergin hale gelen Türkiye yalnız kalmıştı. Tarihin hiçbir safhasında böyle bir yalnızlık yaşanmamış, büyüklüğü defalarca dile getirilen, 100 yıl önce tahttan uzaklaştıranlara beddualar düzdükleri 2. Abdülhamit’ten bile ders alınmamıştı! Anlaşılan Abdülhamit’e sahip çıkarken de onu öğrenmemiş, bilmemiş ve tanımamışlardı.
Tarihin akışı, 22 Kasım’da (2017) Soçi’de yapılan Rusya, İran ve Türkiye zirvesi ile başka bir mecraya yöneldi. 2017 yılı içindeki çok sık aralıklarla yapılan Türkiye – Rusya görüşmelerinin en önemli maddesi Suriye’ydi. Türkiye 2011’den beri mütemadiyen tekrar ettiği “yüz binlerin katili rejim… Katil Esed…”söylemini yavaş yavaş terk etmeye başlamıştı.
Zirveden bir gün önce Putin’le Esad bir araya geldi. Ertesi gün, Suriye’de bir Ulusal Diyalog Kongresinin toplanacağı açıklanacaktı. Bu kongreye; Putin, “(Suriye’deki) etnik, dini ve siyasi grupların tamamının…”, İran Cumhurbaşkanı Ruhani, “Bütün grupların…” katılacağını açıkladı. Cumhurbaşkanı Erdoğan da, “kapsayıcı, özgür, adil ve şeffaf bir sürecin hayata geçirilmesi hususunda görüş birliğine vardık. Bu çabanın başarısı başta rejim ve muhalefet olmak üzere tarafların tutumuna bağlıdır. (…) terörist unsurların dışlanması önceliklerimiz arasında yer almaya devam edecektir.” Dedi.
Zirve Sonuç Bildirisi’nde ise; “DEAŞ, Nusra Cephesi ve BM Güvenlik Konseyi tarafından tanımlanan diğer tüm terör örgütlerinin ortadan kaldırılması” ile “Suriye Arap Cumhuriyeti Hükümeti temsilcilerini ve Suriye’nin egemenliğine, bağımsızlığına, birliğine, toprak bütünlüğüne ve parçalanamaz karakterine bağlı olan muhalefeti yakın gelecekte Soçi’de düzenlenecek Suriye Ulusal Diyalog Kongresi’ne yapıcı şekilde katılım sağlamaya çağıran devlet başkanları…” denilmektedir. Bu iki cümle bizim için terör örgütü olan PYD’nin BM tarafından terörist kabul edilmediği de göz önüne alınarak birlikte değerlendirilmelidir.
Ayrıca Sonuç bildirisindeki; “Devlet başkanları … bahsi geçen gerginliği azaltma bölgelerinin tesis edilmesinin ve Suriye ihtilafının çözümüne yönelik hiçbir siyasi girişimin Suriye Arap Cumhuriyeti’nin egemenliğine, bağımsızlığına, birliğine ve toprak bütünlüğüne hiçbir suretle halel getiremeyeceğini vurguladı.” ifadesindeki “gerginliği azaltma bölgelerinin tesisi”inden de özerk bölgeler anlaşılmalıdır.
Bu açıklamalara göre, rejimi Beşar Esad, dini unsurları İhvan-ı Müslimin (Müslüman Kardeşler)ve etnik unsurları da Kürtler olarak düşünmek gerekir. Türk(men)ler Irak’ta da olduğu gibi hiç gündeme bile gelmemekte/getirilmemektedir.
Mayıs 2017’de yürürlüğe giren Suriye’de Gerilimi Azaltma Bölgeleri Anlaşması çerçevesinde, muhtemelen Fırat’ın doğusundaki bir Kürt yönetimine karşılık, Fırat Kalkanı ile elde tutulan bölgede kurulacak bir Müslüman Kardeşler yönetiminin pazarlığı hissedilmektedir. Böyle bir oluşuma sığınmacıların gönderilebileceğinin düşünülmüş olması kuvvetle muhtemeldir. Hatta bu şekilde Türk kamuoyunun daha kolay ikna edileceği de düşünülmüş olabilir. Siyasi iktidarın, -özellikle Müslüman coğrafyadaki- İhvancı siyaseti de böyle bir mutabakatı kabul etmesini mümkün kılmaktadır.
Bu badire atlatılabilir mi? Elbette atlatılır. Ancak ciddi tutarlı ve milli bir siyaset izlemek bunun ilk şartıdır. Peki, bu siyaset nasıl olmalıdır? Bu sorudan evvel “bu siyaseti kim oluşturmalı ve yönetmelidir?” sorusu sorulmalıdır.
3 Kasım 2002 seçimleri ile başlayan macera aslında 22 Kasım 2017’de Soçi’de bitmiş gibi görünmektedir. Türk Milleti ve Türkiye Cumhuriyeti’ni; ideolojik yaklaşımlarla, genel tarih, siyasi tarih coğrafya, sosyoloji gibi bilimlerden hiç faydalanmadan, sadece günlük siyasi tercihler ve ideolojik hedefler doğrultusunda yönetmek mümkün değildir. Şimdiye kadar izlenen ve değişmediği görülen; yanlışlıklarla ve aldanmışlıklarla dolu, ideolojik hedeflerine kilitlenmiş, Türk kimliği ile kavgalı bir yönetim sürdürülebilir olmaktan çıkmıştır. Böyle bir yönetim olaylar karşısında, rüzgârda uçuşan yaprak misali, mütemadiyen büyük savrulmalarla sonuçlanmıştır. Böyle bir tercihle bırakın herhangi bir devleti, bu çok önemli bir coğrafyadaki Türkiye gibi binlerce yıllık bir devlet dahi böylesine sık ve sert savrulmalarla yönetilemez.
Mevcut yönetim 2002 seçimlerinden bu yana; AB, ABD, İsrail, Rusya, İngiltere, Almanya, Mısır, Arap devletleri, komşularımız, kim aklımıza gelirse gelsin, ilişkilerimizi sıkıntılı bir hale getirmiştir. İktidarının başında, AB sürecinde ve sonrasında ve bugüne kadar uluslararası ilişkilerde izlenen kayıt dışı diplomasi bugünkü tavizlere zemin oluşturabilecektir ama bu kayıt dışı diplomasi, aynı zamanda, başka bir kadro elinde fırsat da olabilecektir. Dolayısıyla yeni bir kadro, bu badireden çıkabilmek için gerekirse, şimdiye kadar olanlar geçmiş yönetimin yaptıkları ya da söyledikleriydi şeklinde bir yaklaşım ile Türkiye’nin elini çok daha güçlü hale getirebilecektir. Bu şekilde de devletimiz daha kolay manevra yapabilecek bir rahatlığa kavuşacaktır.