Yükleniyor...
Günümüzde en önemli konulardan ve hatta bu hususta yapılan tartışmalardan biri Hz. Peygamber’in dindeki konumunun belirlenmesidir. Bu konuda pek çok kişi maalesef ifrat veya tefritten kurtulamıyor. Bazıları Hz. Peygamber’i Allah’ın elçiliği sıfatının yanı sıra âdeta Allah’ın ortağı veya muhalifi veya ümmeti için Allah’la pazarlığa oturan biri gibi din adına yanlış bir konuma yerleştirip ifrata düşüyor. Bazıları da Hz. Peygamber’i ve onun dinî ve ahlâkî konulardaki sahih sünnetini dinden tecrit ederek, uygulamalardaki temel espri ve hikmeti kavrayamayarak onun görev alanını iyice daraltıp âdeta “postacı” gibi gösterip tefritte kalıyorlar. Hatta Kur’an’ı yorumlamada kendilerine tanıdıkları hakkı Hz. Peygamber’e tanımıyorlar.
İşte bu ve benzeri hususlarda Hz. Peygamber’in dindeki konumu nasıl olmalı? Onun dindeki yeri nedir ve ne değildir gibi soruların cevaplarını aramaya ve bu konuda temel bazı ilkeleri belirlemeye çalışacağız.
1) Hz. Peygamber Dinin Kurucusu Değildir: Sözlerime yurtdışından bir anıyla başlamak istiyorum. Fransa’da doktora çalışmalarım esnasında tanıştığım yabancı arkadaşlarla, bir gün Sorbonne Üniversitesi’nin koridorlarında sohbet ediyorduk. Konu, yanılmıyorsam; insanın ve hayatın anlamı üzerine dinlerin getirdikleri idi. Bu arada beni tanımayan gruptaki bir yabancı benim hangi dinden olduğumu sordu. Ben daha cevap vermeden Hıristiyan olan Fransız, benim “Muhammedî” olduğumu söyledi. Bunun üzerine ben de “Ben, sizin kastettiğiniz anlamda Muhammedî değilim. Ben Müslümanım” dedim. Sonra bunu kendilerine izah ettim. Eğer Hz. Muhammed’i, Hz. Musa veya Hz. İsa gibi bir din kurucusu şeklinde anlıyorsanız -ki bu anlayış yanlıştır- Ben Muhammedî değilim. Çünkü Hz. Muhammed, din kurucusu değildir. İslâm Dini’nin kurucusu Hz. Peygamber değil, Hz. Allah’tır. Kur’an İslâm dininin kurucusu ve sahibini Allah olarak gösteriyor. Hz. Peygamber yine Kur’an’a göre Onun kulu ve elçisidir. Bu dini tebliğe memur kılınmıştır. Aslında Hz. Musa, Hz. İsa ve diğer peygamberlerin yaptıkları da aynıydı. Ne yazık ki onların getirdiği vahiyler beşerî tahrifata uğrayınca, getirdikleri din değişti. Sadece din değil, dinin kurucuları da değişti. Peygamberler din kurucuları oldular. Hz. Musa’nın dinine Musevilik, Hz. İsa’nın dinine İsevilik adı verildi. Hâlbuki İslâm dininin kaynağı Kur’an, hiçbir değişikliğe uğramamıştır ve herkes her asırda yeniden orijinal kaynağa müracaat etme şansına sahiptir. Dolayısıyla sizin anladığınız anlamda yani din kurucusu anlamında biz “Muhammedî” değiliz. Şayet Hz. Muhammedi örnek alanlar, onun yolundan gidenler veya ona tabi olanlar anlamında ise Muhammedî tabirinin bir sakıncası yoktur. Ancak “Muhammedî” tabiri yerine “Müslüman” demek daha doğrudur.
Musevilik ve İseviliğin bozulması sadece kutsal kitaplarının değişmesiyle olmadı. Aynı zamanda “peygamber” kavramı üzerindeki telakkiler de değişti. Yahudiler peygamberleri Allah katına çıkardılar, O’ndan da güçlü görmeye başladılar. Meselâ Hz. Yakub’a “İsrail” denmesi Tevrat’ın ifadesine göre “Rabble güreşen ve O’nu yenen” (Tekvin, 32/28) demektir. Böylece Rab Yahova’nın gücü peygamberin gücüne göre tâli plânda kaldı. Bilakis Hz. Musa için de durum aynı oldu. Hıristiyanlar, Hz. İsa’yı Allah’ın oğlu telakki ettiler. Onu beşerî vasıflardan sıyırıp ulûhiyete derc ettiler. Dolayısıyla tevhitle beraber, din de gitti.
İşte peygamberi, peygamber olma özelliğinden alıp onu Allah’ın yerine koyar ve Onun vazifelerini yapma görevi verirlerse olacak olan budur. Yani din bozulur. Kur’an bu hususa dikkat çekmektedir. Hem Allah’ın hem de peygamberin görevi, yetkileri âyetlerde belirtilmiştir. İşte bu sebepten dolayı insanlığa bir elçiyle din göndermek insanlığa vazifelerini hatırlatmak, emir ve vahiylerle onu donatmak, doğru yolu göstermek, sonunda onları hesaba çekmek ve benzerleri hep Allah’a ait işlerdir.
İslâm dininin sınırlarını ve muhtevasını Kur’an tayin etmektedir. Kur’an’a göre din konusunda hüküm Allah’a aittir. Öyleyse insanlığa dini gönderme, temellendirme, onun muhtevasını tayin ve sınırını çizme ve din konusunda hüküm verme yetkisi Allah’a ait olduğundan Hz. Peygamber din kurma konusunda kendiliğinden bir şey getirmemiştir. O, kendine vahyedileni iletmiş ve o vahyin evrensel buyruklarını anlamada, yorumlamada ve hayata geçirmede canlı bir örnek olmuştur. Aksi takdirde Kur’anî vahyi tebliğ eden Hz. Peygamber din kurma konusunda Allah’a ortak olmuş olur ki bunun adı da Kur’an’da şirktir. Dolayısıyla Hz. Peygamber Kur’an’a muhalif bir şey söyleyemez, ortaya koyamaz. Şayet Hz. Peygamber’e isnat edilen söz veya fiillerden Kur’an’la çelişen varsa o sözün veya fiilin Hz. Peygamber’e aidiyeti kabul edilemez. Aksi takdirde elçilik yani peygamberlik görevini yapmamış olur.
2) Hz. Peygamber Dinin Tamamlayıcısı Değildir: Hz. Peygamber’i İslâm dininin tamamlayıcısı olarak göstermek Kur’an’a muhalif bir düşüncedir. Zira Kur’an’da: “El-yevme ekmeltu lekum dînekum…” (Mâide,5/3) “Bugün sizin dininizi tamamladım.” denmektedir. Tamamlama anlamında “ekmeltu” kelimesi kullanılmıştır. Yani “mükemmel kıldım”. Mükemmel olan bir şeyde eğrilik, yanlışlık, eksiklik vs. olmaz. Dolayısıyla din Allah tarafından tam ve mükemmel hale getirilmiş ve Kur’an’da bunun çerçevesi ve muhtevası tam anlamıyla verilmiştir. Hz. Peygamber’in hadislerini bir başka tabirle, Hz. Peygamber’in söz ve fiillerini Kur’an’ın tamamlayıcısı gibi değerlendirmek ve bunu bir inanç konusu yapmak her şeyden evvel bu âyete ters düşer. Kaldı ki Hz. Peygamber Allah’a hiçbir konuda muhalefet etmez ve etmemiştir. Allah’ın din konusunda gösterdiklerini eksik bularak tamamlamak gibi bir davranış içinde bulunmamıştır. Onun görevi, yukarıda da belirttiğimiz gibi, Allah tarafından tam olarak gönderilen bu dini, anlamada, yorumlamada ve hayata geçirmede canlı bir örnek olma keyfiyetidir. Şayet söylediği, ifade ettiği hususlar Kur’an’da yoksa o hususun dinin muhtevasından olmadığı düşünülmelidir. Çünkü Hz. Peygamber çok fonksiyonlu bir şahsiyetti. Daha önce de belirttiğimiz gibi O, hem müftü hem hakim hem komutan hem devlet başkanı idi. Dolayısıyla o, söz ve fiillerini hangi sıfatı, hangi fonksiyonu gereği icra etmişti? Bu husus iyi araştırılmalı ve hadisleri bu zaviyeden yeniden ele alınmalıdır. Daha önce de belirttiğimiz gibi, şayet bir sözü veya fiili müftülük sıfatının gereği ise, o husus her inananı bağlar. Çünkü müftünün fetvası geneldir. Şayet onun bir sözü veya fiili hakimlik (=kadılık) sıfatının gereği ise o, sadece o sahabeyi bağlar. Zira hakimin hükmü ferdîdir, yani özeldir. Şayet söz veya fiili komutanlık sıfatının gereği ise o zamanki harp ve sulh şartlarına göre aldığı tavırdır ve harp tarihi açısından bir niteliğe haizdir. Şayet söz veya fiili devlet başkanlığı sıfatının gereği ise, o da kendi devrinin, siyasî, sosyal, ekonomik, kültürel vs. özelliklerinden dolayı aldığı tavırdır ve siyasî tarih açısından oldukça önemlidir. Dolayısıyla Hz. Peygamber’in her söylediğini dinî olarak telakki edemeyiz.
Bütün bunların ötesinde, yapılan dinî içtihatlar da hiçbir zaman dini tamamlayan hususlar değildir. Geçmişte yapılan içtihatlar ile günümüzde yapılmakta olan içtihatlar ve yarın yapılacak olan içtihatlar bağlayıcı değildir. Bir devrin veya bir dönemin din anlayışı, dinî konulardaki yorumları ve vardıkları neticeler hiçbir zaman bütün devir veya dönemleri kapsamaz. Çünkü İslâm dini, evrensel ve zaman üstü bir dindir. Kitabı Kur’an da bütün zamanların anlayış ve mantalitelerine kaynak teşkil edecek orijinalliğe sahip yegâne kitaptır. Ancak her devir, bir önceki devrin tecrübelerinden, fikrî gelişiminden elbette faydalanacaktır. Dolayısıyla dinî tefekkür, asırlar öncesi görüş ve kanaatlere mahkûm edilmemelidir. Aksi takdirde düşünce bazında statik bir anlayış hakim olur. Gerilik ve taklitçilik doğar. Dinî tefekkür daima dinamik olmalı, her devirde değişen sosyal şartlara ve hayata ışık tutucu orijinal ve evrensel yorumlar getirilmelidir. Şayet Müslümanlar geçmiş dönemlerin dinî yorumlarına hapsedilirse onlardan günümüzdeki dinamik hayata ayak uydurmalarını bekleyemeyiz. Öyle bir din anlayışı içindeki Müslümanlar hayatın dışına ve hatta gerisine itilmiş olur. Bu durumda ise insanın mutluluğunu, dünya ve ahiret saadetini amaçlayan bir din, onun mutsuzluğunun kaynağı haline gelir.
Şu halde din tam geldiğinden ne peygamber tarafından tamamlanmış ne de İslâm âlimlerince yapılan içtihatlarla tamamlanmıştır. Hz. Peygamber’in yaptığı Kur’an âyetlerinin anlaşılması, yorumlanması ve bunların hayata geçirilmesi hususunda canlı örnek olma keyfiyetidir. Âlimlerin içtihatları da kendi devirlerindeki bilgi, kültür ve din anlayışları doğrultusunda yapılan yorumlardır.
3) Hz. Peygamber’in Getirdiği Yasakların Hepsi Dinî Değildir: Kur’an, tamamlanmış bir İslâm dini serdettiğinden emir ve nehiyleriyle de din tamamlanmış demektir. Gerçi Kur’an’daki her yasak, dinî nitelikli olmadığı gibi her emir de dinî bir muhteva arz etmemektedir. Hz. Peygamber’in de emir ve yasakları ya Kur’anî çerçeve içinde vahyin yorumu, açıklamalarıdır yahut da çok fonksiyonel olan kişiliğinden dolayı, peygamberlik dışında taşıdığı sıfatının bir gereğidir. Meselâ ipeğin yasak oluşu, Hz. Peygamber’in bir uygulamasıdır. İpek, Arabistan’da üretilmiyordu. Çin’den Hindistan’a, oradan da İran yoluyla Suriye’ye yani Şam pazarlarına getirilip satılıyordu. Oldukça pahalı bir ithal malı idi. Hz. Peygamber’in devlet başkanı sıfatıyla, ekonomik açıdan zayıf olan ilk İslâm toplumunu bu nevi pahalı lüks tüketimlerden uzak tutmak için getirdiği bir yasaktır. Dinî olmaktan ziyade ekonomik bir tedbirdir.
Kur’an’da ziynet kullanma yasağı yoktur. Sadece kadınlara has ziynet eşyalarını veya takılarını teşhir yasağı vardır. Kadınlar teşhir edemediklerinden takılara karşı tutkuları azalacaktır. Erkeklerin ziynet olarak altın kullanmalarının yasaklanması Hz. Peygamber’in yine ekonomik tedbirlerinden biridir. Zira araştırıldığında görülecektir ki, o dönemde altın ticareti ve sarraflık Medineli Yahudilerin elindeydi. Müslümanların ellerindeki birikim ve tasarruflarının gayr-i müslimlere sermaye olarak akmaması için bu yasak getirilmiştir.
4) Hz. Peygamber Kur’an’ı İlk Mushaf Haline Getiren Kişidir: Kur’an’ın toplatılması hususunda yaygın olan kanaate göre, Kur’an’ı Hz. Ebû Bekir, Zeyd b. Sâbit başkanlığında bir komisyon tarafından tedvin ettirmiş, eldeki bölük pörçük Kur’an sayfalarını ispatlı, şahitli olarak bir araya getirmiş, onu mushaflaştırmıştır. Birçok Müslüman bir yandan bunu söylerken -ki tarihî verilere göre bu olay doğrudur- diğer yandan da Hz. Peygamber’in sağlığında vahiy kâtiplerine, gelen her âyetin hangi surenin altına yazılacağını söyleyip Mescid-i Nebevî’de bulunan, varakları hayvan derilerinden olan asıl mushafa yazdırdığını da söylerler. Ayrıca her Ramazanda Cebrail ile birlikte Kur’an’ın hatim edildiği sağlam bilgilerimiz arasındadır. Mukabele veya hatim ise belli bir sıraya göre olur. Yani belli bir sureden başlayıp, belli bir sureye veya âyete kadar okunur. Bu olayda hangi sırayı takip ettiler? Hz. Peygamber’in Mescid-i Nebevî’de mushaf haline getirtip, surelere göre tasnif ettirdiği ve gelen her âyeti, emrettiği surenin altına yazdırdığı Kur’an nüshası nerede?
İşte bütün bu sorular ve cevapları arka plânda kalmıştır. Kur’an’ı ilk mushaf haline getiren yukarıda söylediğimiz gibi Hz. Peygamber’dir. Hz. Ebû Bekir ve komisyonun yaptığı ellerde bulunan eksik, dağınık ve bölük pörçük -bazılarında hadislerle karışmış- sayfaları ayıklamak ve bir araya getirmektir. Biraraya getirilen bu varaklar Mescid-i Nebevi nüshası ışığında mushaflaştırılmıştır. Olay budur. Yoksa ilk mushafı oluşturmak komisyonun işi değildir. Durum böyle olunca, tarih boyunca Şia mezhebi ve diğerlerinin “şu âyet alınmadı” “bu sure kasten yazılmadı” vs. gibi iddialarının asılsızlığı kendiliğinden ortaya çıkar.
5) Hz. Peygamber Dinen ve Ahlâken Yegâne Örnektir: İnsanoğlunun hayatında birçok yönden örnek aldığı, rehber edindiği kişiler yok değildir. Birçok mümtaz şahsiyet pek çoğumuzun çeşitli vesilelerle örnek aldığı kişiler arasındadır. Dinî ve ahlâkî konularda da örnek alınan kişiler vardır. Bunlar son derece tabii olan hususlardır. Ancak bu hususta Kur’anî ifadeyle “en güzel örnek” “usvetun hasenetun“, Hz. Peygamber’in bizzat kendisidir. Daha önce de belirttiğimiz gibi Hz. Peygamber, Allah’ın âlemlere olan ilâhî mesajının canlı bir örneği olduğundan, ona uymanın, onu örnek almanın temel esprisi Ondan daha güzel ve daha iyi kimsenin uygulayamayacağıdır. Zira ona mesajını veren Allah o mesajın nasıl uygulanacağının mesajını da vermiştir. İşte bu anlamda Hz. Peygamber dinde örnektir. Nitekim âyette:
“Ey inananlar! Andolsun ki sizin için, Allah’a ve Ahiret gününe kavuşmayı umanlar ve Allah’ı çok anan kimseler için Allah’ın elçisi en güzel örnektir“. (Ahzab, 33/21)
Bu âyette Hz. Peygamber’in en güzel örnek Müslüman oluşu dinî ve ahlâkî temele dayanır. Şöyle ki: “Allah’a ve âhiret gününe kavuşmayı umanlar“dan kasıt, inanmada, yaşamada ve dinî değerleri hayata geçirmede, kısaca dünya ve ahiret saadetini umma konusunda Hz. Peygamber örnektir. Yani İslâm dinini yaşama ve uygulamada Hz. Peygamber örnek alınmalıdır. İkinci husus âyete göre “Allah’ı çok anan kimseler için” Hz. Peygamber en güzel örnektir. Allah’ı çok anmaktan kasıt O’nu sürekli hatırlamaktır. Hayatın her safhasında, gizli, âşikâr hep Allah’la beraber olabilmektir. Yani davranışlarında, iç ve dış dünyasında ve vicdanında O’nunla beraber olmak anlamındadır. Bu husus ise yüce ahlâkın bir gereğidir. Öyleyse Hz. Peygamber ahlâkî değerleri hayata geçirme açısından da en güzel örnektir. Nitekim bir başka âyette “Şüphesiz sen büyük bir ahlâk sahibisin” (Kalem, 68/4) buyrulmaktadır. Şu halde Hz. Peygamber, dinen ve ahlâken yegâne örnek alacağımız bir mümtaz şahsiyettir. Hz. Peygamber’i örnek alırken İslâm dini ile Arap örfünü birbirine karıştırmamamız gerekiyor.
Kısaca, Hz. Peygamber’i, Kur’an’da kendisine tahsis edilen mümtaz yer ve görevin dışına çıkarmamalıyız. Unutmayalım ki peygamber kavramındaki sapmalar dinin bozulmasının en büyük âmilidir.
Bu yazı Prof. Dr. İsmail YAKIT’ın “Hz. Peygamber’i Anlamak” (Ötüken Neşriyat, 4. Basım, İstanbul, 2017) isimli kitabının 58-65. Sayfaları arasından iktibas edilmiştir.