Yükleniyor...
Diğer dinler ve mensuplarına karşı hoşgörü söz konusu olduğunda, İslâm, diğer dinlerin tarihleriyle kıyaslandığında kesinlikle temiz ve beyazdır. Şâyân-ı şükrandır ki ilk İslâm fetihlerinin gerçekleştirildiği günlerden, Hristiyan veya Yahudi bir çok görgü şahidinin İslâm’ın diğer din mensuplarına karşı gösterdiği hoşgörü hakkındaki rivayetlerine sâhibiz.
Bilindiği gibi Hz. Muhammed (s.a.s.), ilk İslâm devletini Medine’de kurmuş ve oradaki Yahudiler ile Hristiyanlara sürekli koruma ve yaşama güvencesi vermiştir. Daha sonra Mecûsîler, Sabiîler, Hindular, Budistler ve gayr-i müslim topluluklar İslâm egemenliği altında yaşamaya başladıklarında, silâh taşımamaları, barışı korumaları ve İslâm koruması karşılığında cizye ödemeleri şartıyla onlara da aynı imtiyazlar tanınmıştır.[1] Esasen Hz. Muhammed (s.a.s.) ve ilk halifeler, bütün yöneticilerine, “Egemenliğiniz altında bulundurduğunuz insanlara hoşgörü ve iyilikle davranmanızı emrediyorum” demişlerdir.[2] Dördüncü halife Ali b. Ebî Tâlib’in Mısır’a atadığı vâlisi Mâlik el-Eşter’e verdiği şu emir, İslâm kültüründe, adalet ve hoşgörünün esası olarak kabul edilmiştir: “(İster müslüman olsun, ister olmasın) Kalbini halkına karşı merhametli, şefkatli ve hoşgörülü olmaya alıştır. Onlara karşı onları yalayıp yutmak yeterlidir diyen açgözlü bir sığır gibi olma; çünkü onlar iki sınıftır: Ya dinde kardeşin yahut da yaratılışta senin gibi bir insan kardeşindir…”[3]
Müslüman yöneticilerin ve halkın çok büyük bir bölümü, tarih boyunca bu emir ve esaslara uymaya çalışmışlardır. Ancak bu hususta her zaman başarılı olunduğu da söylenemez; çünkü her din gibi İslâm da bölgeler, toplumlar ve en önemlisi bilginlerin elinde dönüştürüldüğü “sistem” açısından, zaman zaman az da olsa aslî ve öz yapısından uzak bırakılmıştır. Bunun içindir ki her şeyden önce onu, çoğulculuk penceresinden aslî ve öz yapısı içinde yeniden tanımak, tanıtmak ve yorumlamak zorunluluğu vardır.
İslâm, “teslim etme, teslim olma, boyun eğme, barışa ve huzura kavuşma, huzur ve esenlik” anlamlarına gelen Arapça bir kelimedir. Kur’an’a göre İslâm, bütün peygamberlerin dinidir. Özellikle, bir çok yerde İbrahîm Dinî olarak anılmıştır. Bir yerde de Hz. Musa’yı takip eden Yahudi (İsrail) peygamberlerinden, “…kendisini Allah’a teslim etmiş peygamberler…(en-nebiyyune’llezîne eslemû…)” olarak söz edilmiştir.[4] Kur-an, İslâm’ın insanlığın doğal dinî (religio naturalis) ve bu doğal (tabiî) dinin, dînu’l-fıtra (fıtrat dinî) veya yaratılış dini olduğunu söyler.[5] Bütün insanlık, istisnasız Allah tarafından bu din üzerinde yaratılmıştır. Allah bu tabiî dini, bütün insanlık için seçmiştir.[6] Buna göre bir Müslüman, Allah ile ve insan ile barış yapmış ve biliş tutmuş biridir. Allah ile barış yapmak demek O’nun Emrine ve İrâdesi’ne mutlak teslim olmadır; insan ile barış yapmak ise, sadece başkalarına kötülük etmek ve onları incitmekten kaçınma değil, aynı zamanda onlara iyilikle davranma ve iyilik yapma demektir.
Bu husus Kur’an’da şöylece ifade edilir:[7]
“Hayır, öyle değil; iyilik yaparak kendini Allah’a veren kimsenin ecri Rabbi’nin katındadır. Onlara korku yoktur, onlar üzülmeyeceklerdir”.
Aslında barış ve esenlik, İslâm’da hâkim fikirdir ve İslâm’ın gösterdiği hedef, çağırdığı amaç “esenlik yurdu” (dâru’s-selâm)’dur.[8] Böylece İslâm, özü itibariyle bir barış ve esenlik dinidir ve “bu, bir kimsenin bedeni ve ruhu itibariyle gerçek bir huzur ve barışa erebilmesi, sadece Allah’a teslimiyet ve itaat ile mümkün olabileceğini gösterir. İtaat ve teslimiyetten ibaret böylesi bir hayat, kalp huzurunu getirir ve geniş anlamda da toplumda barış ve huzur sağlar”.[9]
Esasen insanlığın tabiî (fıtrat), barış ve esenlik dinî olan İslâm’ın temel esaslarını teşkîl eden tevhîd, İlâhî vahyin evrenselliği ve bütün işlerin hesabının görüleceği bir âhiret hayatı, bütün büyük dinler tarafından kabul edilir ve bunların evrensel kabulü de onun insanın yaradılışına tıpatıp uygun olduğunu ve dolayısıyla bu esasların doğruluğunu gösterir. İslâm, insanlığın dininin bu üç esası üzerindeki her türlü sınırlamaları kaldırır ve onlara, insanlık kadar geniş ve şümullü bir önem verir.[10]
Bu anlamda İslâm, evrenseldir ve bütün büyük dinlerin sonuncusudur. İslâm’ın evrenselliği, bizzat Kur’an tarafından da teyid edilmiştir. O sadece sonuncu değil, aynı zamanda, kendinden önce gelmiş bütün dinleri bünyesinde toplamış olan bir dindir.
Esasen Kur’an’a göre Allah, her devirde ve her topluma Allah’ın birliğini tebliğ etmek ve onlara O’nun ilâhî mesajını bildirmek üzere peygamberler göndermiştir.Bundan dolayı Müslümanlardan sadece Kur’an’a değil, Allah’ın kitaplarının hepsine inanması istenir. Bu konuda Prof. Gibb der ki: “Tanrı’nın Kitaplarının tamamı İlâhî vahiy eseridir. Hepsi de birbirine benzeyen bu dinlere inanılmalı ve kabul edilmelidir; çünkü onların hepsi de birbirini teyid eder ve özellikle Kur’an, kendinden öncekileri teyid etmekle kalmaz, son vahiy olduğundan bütün belirsizlikleri ve yanlışları düzeltir ve bu bakımdan kâmîl hakikatın mahzenidir”.[11]
Böylece Kur’an’da daha baştan denir ki bir Müslüman mutlaka “…sana indirilen Kitâb’a da, senden önce indirilenlere de inanırlar…”.[12] Biraz sonra da eklenir:
“Allah’a, bize gönderilene, İbrahim’e, İsmâil’e, İshâk’a, Ya’kûb’a ve torunlarına gönderilene, Mûsâ ve İsâ’ya verilene, Rableri tarafından peygamberlere verilene, onları birbirinden ayırt etmeyerek inandık, biz O’na teslim olanlarız deyin”.[13]
“Peygamber ve inananlar, ona Rabbinden indirilene inandı. Hepsi Allah’a, meleklerine, kitaplarına, peygamberlerine inandı. “Peygamberleri arasından hiçbirini ayırdetmeyiz, işittik, itâat ettik. Rabbimiz! Affını dileriz, dönüş Sana’dır” dediler”..[14]
Görülüyor ki bir Müslüman sadece Peygamber Hz. Muhammed (s.a.s.)’e değil, diğer peygamberlere de inanır. Kur’an’a göre peygamberler, bütün toplumlara gönderilmiştir:
“…Geçmiş her millet içinde de mutlaka bir uyarıcı (peygamber) buluna gelmiştir”.[15]
Gerçi Kur’an, bütün peygamberlerin isimlerini anmaz; çünkü “…senden önce bir çok peygamberler gönderdik; sana onların kimini anlattık, kimini anlatmadık…”[16] der; ama o, Müslümanlardan sadece Hz. Muhammed (s.a.s.)’e değil, diğer bütün peygamberlere gönderilmiş olan İlâhi Vahye de inanmalarını ister.[17]
Buna göre bir Yahudi, sadece İsrail oğullarının peygamberlerine; bir Hristiyan İsâ-Mesîhe; bir Budist Buda’ya; bir Mecusî Mecus’a (Zoroaster); bir Hindu Hindistan’da doğan peygamberlere inanır; ama bir Müslüman, bütün bu peygamberlere ve peygamberlerin sonuncusu olan Hz. Muhammed (s.a.s.)’e inanır. Bundan dolayı İslâm, içinde bütün dünya dinlerinin mevcut olduğu, bütün dinleri ihtiva eden bir dindir. “Son ve her inanca şâmil bir din oluşuna ek olarak o, İlâhi İrade’nin mükemmel bir izahıdır. Nitekim Kur’an, ‘…Bugün, size dininizi bütünledim, üzerinize olan nimetimi tamamladım, din olarak sizin için İslâm’ı beğendim…’[18] der. İdrakin diğer her cinsi gibi, insanın dini idrak ve gelişmesi de yüzyıllar boyu yavaş yavaş ve tedricen gelişme göstermiştir ve o Yüce Hakikat’ın vahyi de kemâlini İslâm’da bulmuştur. Nitekim Hz. İsâ’nın şu sözleri, bu büyük gerçeğe işaret eder: ‘Sizlere söyleyecek daha çok sözüm var; ancak sizler henüz onları yüklenebilecek düzeyde değilsiniz. Bununla birlikte, o, Hakikatın Ruhu, geldiğinde, sizi bütün gerçeğe götürecek, size önderlik edecektir.’[19]
Bunun içindir ki, İslâm’ın büyük görevi, dünyada bütün dinlerin kardeşliğini kurarak barışı sağlamak ve daha önceki dinlerde var olan bütün dinî gerçekleri bir araya getirmektir…”.[20]
Esasen Allah, Müslümanlara şöyle buyurmaktadır: “Kitap ehlinden zulmedenler bir yana, onlarla en güzel şekilde tartışın ve şöyle deyin: Bize indirilene de, size indirilene de inandık; bizim Tanrımız da, sizin Tanrınız da birdir, biz O’na teslim olmuşuzdur”.[21] Bu ise, İslâm’ın Ehl-i Kitab’ı bir ve aynı dinî kardeş olarak kabul ettiğinin ifadesidir. Bu bakımdan Kur’an’ın ana konularından birinin, insanlığın evrensel kardeşliğine davet olduğu hususu belirtilmelidir.Kur’an der ki: “Ey insanlar! Doğrusu Biz sizleri bir erkekle bir dişiden yarattık. Sizi milletler ve kabileler haline koyduk ki birbirinizi kolayca tanıyasınız. Şüphesiz, Allah katında en değerliniz, O’na karşı gelmekten en çok sakınanızdır…”[22] Bu âyetteki hitap,dikkat edilirse, “inananlar” değil, bütün “insanlar”dır.Onların bir ailenin bireyleri oldukları ve milletler, kabileler ve aileler halindeki ayrılıkları, birbirlerinden soğumalarına ve uzaklaşmalarına ya da düşmanca duygular taşımalarına sebep olmamalıdır. Bu geniş kardeşlik dünyasında birinin diğerine üstünlüğü, milliyet, zenginlik, rütbe ve benzeri şeylere değil, sadece ahlâkî yüceliğe dayanmalıdır ve dayanır; çünkü bütün insanlık, aynı kaynaktan gelmiştir ve görevimiz, sınırsız eşitlik temellerine dayalı iyilik, güzellik, hoşgörü ve dayanışmayı gerçekleştirmektir.
Durum bu kadar açık ve olumlu bir açıdan ortaya konmuş olmasına rağmen, Ortaçağ’da, büyük dinlerin mensuplarının birbirleri hakkında sahip oldukları kanaat, birbirleriyle temasları ve karşılıklı tutumları bakımından maalesef pek iç açıcı olmayan sayfalarına da rastlanır. Şüphesiz bunda, karşılıklı olarak bilgi noksanlığı önemli rol oynadı. Uzunca bir süre İslâm, Hristiyan ve Yahudilik tarafından uydurma bir din olarak görüldü ve gösterildi. Hz. Muhammed (s.a.s.)’i peygamber olarak tanımak şöyle dursun, onun fırsatçı, sar’alı, şair ve sihirbaz olduğu; getirdiği dinin de vahiy eseri değil, Tevrat ve İncil’den alınmış yanlış ve yalan bilgilerle dolu bulunduğu ve üstelik bu dinin bir şiddet dinî olduğu; kılıçla yayıldığı; özellikle cinsel açıdan ahlâki zaaf gösterdiği; kısaca bu dinin şeytanın temsilcisi olduğu ileri sürüldü. Buna karşılık Müslümanlar da Musevîler ve Hristiyanların kendilerine gönderilen vahiylerden sapıp Kur’an-ı Kerîm’in ayetleriyle açıkça çürütülmüş yanlış ve boş akideleri ileri sürdüklerine ve böylece küfre düştüklerine, dolayısıyla inançlarında hiçbir doğru ve hak bulunmadığına inandılar.[23] Onun için onlarla birlikte ve bir arada yaşanamaz; dost tutulmazlar, kanaatine sahip oldular. Böylece kendi dinini üstün kılmak için, diğer dinleri küçük görmek ve onları tezyîf etmek, o dönemlerin vazgeçilmez doğruları olarak görüldü.[24]
Elbette karşılıklı olarak bu iddiaların hiçbiri, bugün, objektif bir tarihçi veya din bilgini tarafından kabul edilmemektedir; çünkü iletişimin her geçen gün hızla gelişme kaydetmesi sonucu değişik dinlere mensup kişiler arasındaki ilişkiler, bu insanları diğer dinleri olduğu kadar kendi dinlerini de incelemeye ve karşılıklı yanlışlıkları düzeltmeye sevk etmiştir.
Artık bugün bilgi toplumunun en geniş ve zengin imkânları ile donatılmış insanların ulaştıkları medeniyet seviyesinde, inançlarıyla da bir arada yaşamanın sırlarını ve imkânını bulmaları kaçınılmaz bir gerçekliktir. Bunun için herşeyden önce insanların, kendi dinlerini aslî ve öz yapısı içinde tanımak ve tanıtmak zorunluluğu vardır. Bu yapıldığı ve yapılabildiği takdirde, farklı dinler ve mensupları, her bir dinde mutlaka pek çok doğruların mevcut olduğunu kabul edecek; birbirine göre üstün değil eşit bireyler olarak birlikte yaşamanın pekalâ mümkün olduğunu apaçık göreceklerdir.
Şurası unutulmamalıdır ki, bütün büyük dinler için esas olan, insanlığın evrensel bir barış, dayanışma ve dostluk içinde, hak, hukuk, adalet ve nîmetlerin paylaşıldığı bir dünyada Tanrı’nın yüceliğini duyarak yaşamalarını sağlamaktır.
[1] Geniş bilgi için bk.: Philip K.Hitti, History of the Arabs, Hong Kong: Mac Millan Pub.Ltd. 1970(10.ed.),pp. 233 ff.; W.M.Watt, Muhammad at Madina, Oxford: Oxford U.P 1972,
pp,244-246; Claude Cahen, “Dhimma”, Encyclopeadia of Islam (2nd.ed),pp.227 ff.; aynı
yazar, “Djizya”, EI2, pp. 559 ff.; M.Hamidullah, Introduction to Islam, Kuwait
:International Islamic Federeration of Student Org., 1970, pp.171 ff.
[2] A.S. Tritton, “Islam and the Protected Religions”, J.R.A.S. (1931), pp.311 ff.
[3] İmam Ali İbn Abu Talib, Nahjul Balagha-Peak of Eloquence, New York: Tahrike Tarsile Qur’an, Inc.,1985, pp. 534-535.
[4] 5.Mâide, 44.
[5] 30. Rûm, 30. Bu konuda ayrıca bk.: Ismil R. al-Faruqi, “Islam and Other Faiths”, The Challenge of Islam, ed.by.A.Gauhar, London; Islamic Council of Europe, 1978, pp.92 ff.
[6] 2. Bakara,132.
[7] 2. Bakara,112.
[8] 10.Yûnus, 25: “Allah kullarını esenlik yurduna çağırır ve O, dilediğini doğru yola eriştirir”.
[9] Khurshid Ahmad, “Islam: Basic Principles and Message, ed.by, Khursid Ahmad, London: Islamic Council of Europe, 1975, p.27.
[10] Krş. M.M.Ali, The Holy Qur’an, U.S.A.(Chicago): Speciality Promotions Co. Inc., 1973, p. 780, n. 1937
[11] Krş. Muhammadanism, New York:Mentor, n.d.,pp. 59-60
[12] 2. Bakara,4.
[13] 2. Bakara,136.
[14] 2. Bakara, 285.
[15] 35. Fâtır, 24.
[16] 40. Mü’min, 78.
[17] Mls.krş.: 2. Bakara, 177,285.
[18] 5. Mâide, 3.
[19] John,16:12,13.
[20] Maulana Muhammad Ali, The Religion of Islam, Lahose: Rigon Printing Press Ltd. 1971, p.4.
[21] 29. Ankebût, 46.
[22] 49. Hucurât, 13.
[23] Mls.krş.: N.Daniel, Islam and the West: The Making of an Image, Edinburgh, 1960; W.M. Watt, The Influence of Islam on Medieval Europe, Edinburgh, 1972, özellikle, ss, 72-77.
[24] Krş. W.M. Watt, Islam and Christianity Today, London: Routledge and Kegan Paul, 1983,p.5.