Yükleniyor...
Tarih boyunca insanlar, doğa olaylarını ve başlarına gelen olayları merak etmiş ve anlamak istemişlerdir. Başlangıçta, insanlar, olayları ve olguları anlama çabalarını, sihirler, mitolojik anlatılar, yıldız hareketleri, çeşitli inanç sistemleri ve felsefi düşünme biçimleriyle sürdürmüşlerdir. İnsanlığın, belirli bir akıl çapına ve düşünme kapasitesine ulaşmasıyla birlikte ‘akılcı düşünme’ yetileri devreye girmeye başlamıştır. M.S. 18. Yüzyıldan itibaren, en azından uygar batı toplumlarının bir kısmında, akılcı ve bilimsel düşünme giderek yaygınlaşmıştır (Kahveci, 2021, 31).
Bütün doğa olayları ve sosyal olaylar, belirli bir neden-sonuç ilişkilerine dayanır. Bunlar, çok sayıda etkenin zincirleme ve karşılıklı bir etkileşim düzeni içinde meydana gelirler. İnsanların, doğa olaylarını ve sosyal olayları açıklamadaki doğruluk derecesi arttıkça, akılcı düşünce ve bilimsel bilgi düzeyleri de yükselmiştir. Akılcı düşünce ve bilimsel bilgi birikimi arttıkça, insanların akılcı düşünme ve bilgi üretme kapasiteleri genişlemiştir. Başka bir deyişle, akılcı düşünme ve bilimsel bilgi üretme deneyimleri yetersiz olan insanların, akıl çapları da geri ve yetersiz kalmaktadır. Görkemli Türkçe’mizdeki, “İşleyen demir ışıldar.’ özdeyişi, aslında insan aklı ve zihni için de geçerlidir.
İnsanların, Tanrı bildirimleri (vahiy) dışındaki bilgileri ya doğrudan kendilerinin ya da başka insanların çıkarımlarının sonucunda elde edilmiştir. İlk çağlarda, yaşanılan ve görülen olaylar, çoğunlukla insan üstü varlıkların etkisine bağlanmıştır. Bu alışkanlık, özellikle akılcı düşünce ve bilimsel zihniyetin gelişmediği gelenekçi toplumlarda devam etmektedir. Buna karşılık, akılcı düşünce ve bilimsel zihniyetin geliştiği toplumlarda, doğa olaylarının ve sosyal olayların neden-sonuç ilişkileri, çoğunlukla bilimsel düşünme yöntemleriyle öğrenilmektedir.
İnsanların, doğa olayları ve başlarına gelen olayları, neden-sonuç ilişkileriyle değil de birtakım metafizik süreçlere bağlamalarına genel olarak ‘kadercilik’ denilmektedir. Aslında ‘kadercilik’, başa ne gelmişse bunun Tanrı tarafından yazılmış olmasına inanılmasıdır. İnsanların, yaşanılan olayların asıl kaynaklarını düşünmeden, akıl yürütmeden bunları doğrudan metafizik süreçlere bağlaması, düşünme yetisine ket vurmaktadır. Nedenleri belirsiz olan olaylar ve durumlar, mevcut akıl kapasitesine ve bilimsel araştırma yöntemlerine göre henüz bilinmiyordur. İnananlar, akıl çaplarını ve düşünme kapasitelerini geliştirerek bilinmeyenleri öğrenmek, en azından anlamaya çaba göstermekle yükümlüdür. Yoksa, “Bu bir kaderdir.” diye inanmanın, insanların acısını hafifletme gibi kısmi bir yararı olsa da bu inancın benzer olaylarla karşılaşmalarını engelleyici bir yönü yoktur. Daha kötüsü, inananların her türlü belirsizlikler karşısında düşünmekten vazgeçmeleri gibi toplumsal bir alışkanlığa yol açmasıdır.
Kur’an’daki beş iman şartına, adaletsiz yönetici sınıfın yönlendirmesiyle kendilerinin resmî yapıdaki statülerini artırmak isteyen din adamları tarafından 6. şart olarak ‘kadercilik’ eklenmiştir. Bu anlayış, zaten hemen bütün geleneksel ve muhafazakâr kültürlerde daha önceden de vardı. Yaratılış kıssasında, insan kendi hatasından dolayı Allah’tan özür dilerken, ‘şeytan’ ise yaptığı kötülükten dolayı Allah’ı suçlayıp ‘sen beni azdırdın’ (A’raf 16) demişti. Böylece, ilk kaderci anlayışı ‘şeytan’ temsil etmişti (İslâmoğlu,2019,142). Son derece sınıfçı bir toplum olan ‘Cahiliye Dönemi’ Arap kültürü de tarihin kaydettiği en ‘kaderci’ kültürler arasındadır. Bu anlamda, Kur’an’daki İslâmiyet’te bulunmayan ‘kadercilik’ anlayışı, çoğunlukla uydurma rivayetler ve temelsiz anlatılar üzerinden Müslümanların zihin dünyalarına yerleştirilmiştir.
Yaratılış kıssasındaki bu metaforik anlatımda, bir kısım insanların başa gelen olayların gerçek nedenlerini düşünmek ve öğrenmek yerine, kolayca başkalarının üzerine atmaya çalışacaklarının ön bilgisi verilmiştir. İnsan zihninin yeterince gelişmediği ilk çağlarda başlayan ‘olayların meydana gelişini metafizik etkenlere bağlama’ alışkanlığı, halihazırda devam etmektedir. Aslında, bir ‘akletmeme’ ve ‘düşünmeme’ alışkanlığı olan kadercilik anlayışının en fazla yuvalandığı ve yerleştiği kültür bağlamı inanç sistemleri olmuştur. Vahiy inancının, insanı sürekli aklını kullanmasını, gözlem yapmasını ve bilim yapmasını ön gören buyruklarına rağmen, kitlelerin inancında bu anlayış canlılığını sürdürmektedir.
Geleneksel kültürlerin, doğa ve sosyal olayları kolay yoldan açıklama tarzı olan kadercilik, özellikle Arap- Emevi yöneticiler tarafından desteklenmiş ve teşvik edilmiştir. Emevilerin desteklediği kaderci inanç ve yönetim anlayışının, farklı nedenlerden dolayı oldukça etkili olduğu anlaşılmaktadır. Bu nedenlerden iki tanesinin, Müslüman toplumların inanç ve yönetim süreçleri üzerinde belirleyici olduğu gözlenmektedir. Bunlardan ilki, yöneticiler ve yönetimlere yanaşarak yaşamaya alışmış olanlarla ilgilidir. Yöneticiler, iktidarlarını, ‘Allah’ın kaderi’ olarak sununca, inananların her türlü uygulamaya razı olmaları ‘kadere inanma’ olarak görülürken, karşı çıkmaları da ‘kadere karşı gelmek’ olarak görülmüştür. Kaderciliği körükleyen ikinci zümre, iktidar adına işlenen her suç, günah ve kötülük karşısında çaresiz ve sessiz kalan insanlardır. Haksızlık ve zulme uğrayan insanlar, başına gelenlere tepki göstermeyerek, çoğunlukla ‘takdir-i ilahi’ diyerek sineye çekmişlerdir. Ayrıca, mağdur ve mazlum kişiler, ‘kader inancı’ üzerinden acılarına bir kutsallık katmış olmaktadırlar (İslâmoğlu, 2019, 125).
Meşruiyeti olmayan ya da kaybeden her yönetim, ‘otoriterliğe’ sarılır. Meşru olmayan her otorite kullanımı ise şiddet sayılır. En katı ve acımasız yönetimler bile, sürekli ve sistematik şiddet üzerinden varlığını sürdüremez. Bu yüzden, adalet, eşitlik ve özgürlüklere dayalı bir yönetim sistemi oluşturamayan yönetimler, iktidarlarını sürdürmek için şiddet dışında alternatif yollar bulmak zorundadırlar. Yönetimler, kendilerine itiraz etme ihtimali olanların bir kısmını, kamu kaynaklarından küçük paylar vererek kendilerine yandaş kılarlar. Ancak, her türlü haksızlık karşısında sessiz bir toplum oluşturmanın en kolay yolu, toplumun kutsalları ve inanç değerlerine ‘kadercilik’ algısının yerleştirilmesidir. Din kurumuna eklemlenmiş bir kadercilik anlayışı, toplumun önemli bir kesiminin haksızlıklara ve kötülüklere ‘sessiz kalmasını’ kolaylaştırır. Haksızlıklara ve kötülüklere sessizlik, yöneticilerin haksızlık ve kötülüklerini besler. İtiraz edenler ile muhaliflerin sesleri daha fazla çıktıkça, yöneticiler de ‘otoriterliklerini’ şiddetlendirirler.
Dinler tarihine bakılırsa, Orta doğu coğrafyası eşitsizliklerin ve bundan dolayı çok sayıda dinin ortaya çıktığı ve yaşandığı bir bölgedir. Bu inançların ortak noktası ise dönemin yöneticileri ile din adamlarının içli dışlı olmalarıdır. Tarihi süreçte dini inanç sistemleri, toplumların yeterince anlayamadıkları doğa olayları ile baş edemedikleri haksızlık ve eşitsizlikler yüzünden, sığındıkları birer teselli alanı olarak görülmüştür. Bu nedenle yöneticiler, başlangıçta dinleri kendi otoritelerinin dışında bir güç olarak gördüklerinden kuşku duymuşlardır. Daha sonradan da dine nüfuz ederek toplumları din üzerinden kontrol etme maksadıyla ‘Tanrı-Kral’ konumlarını pekiştirmişlerdir.
Orta doğudaki yönetimlerin, toplumlarını din üzerinden kontrol etme haksızlığına karşı bir tavır olması bakımından, Kur’an’da adı geçen peygamberlerin büyük bir kısmı, bu bölgede gelmiş olmalıdır. Elçilerin bir kısmının ‘Elçi-Kral’ olması ya da yönetime paydaş olmaları, bir anlamda ‘din-yönetim’ ilişkilerine adaletli bir düzen getirme düşüncesi olmalıdır. Kuşkusuz, vahye dayalı inançlar, bireysel anlamda ‘Tek Tanrıcılığı’, toplumsal anlamda ‘Adaleti’ önceleyen öğretiler dizisine sahiptirler. En son Elçi, Hz. Muhammed de insanlar arasındaki haksızlıkların ve eşitsizliklerin, ancak ‘Allah’a ortak koşulmayan ve insanların insanlara kulluk yapmadıkları bir ortamda giderileceğini’ göstermek üzere görevlendirilmiştir, Kur’an’ın, ‘akıl’, ‘gözlem’ düşünme’ ve ‘bilim’ gibi zihinsel süreçlere sıklıkla atıfta bulunması, inanan insanları ‘Tanrı-Kral’ modelindeki yönetim baskılarından kurtarmak amacına yöneliktir.
Yöneticilerin, yönetim süreçlerine ve tarzlarına ilişkin tercihleri ne olursa olsun, birincil öncelikleri ‘kolay yönetmek’ üzerine odaklanır. Kaynakların kullanımında, dağıtımında ve paylaşımında, hiç itiraz edilmemesi ve yönetim yetkilerinin tartışılmaması en çok arzulanan yönetsel beklentilerdir. Kolay yönetme ideolojisinde, haksızlığın haksızlık, kötülüğün kötülük olarak görülmemesi; temel yükümlülüklerin adeta ‘lütuf’ gibi değerlendirilmesi istenir. Toplumsal sorunları çözmede ve insanca bir yaşama ortamı sağlamada zorlanan iktidarlar, olumlu olayları kendi icraatlarına mal ederken, olumsuzlukları ‘kader’ gerekçesiyle Tanrı’ya atıfta bulunurlar. Yönetime yakın duran ‘din anlayışına sahip olanlar ise bu yanlış inanç biçimini sürekli yaygınlaştırırlar. İnananlar, ‘kadercilik’ üzerinden ikna edilirken, açıklanan metafizik gerekçelere itiraz edenler ve muhalifler ise ‘inançsızlık’ suçlamasıyla psikolojik baskı altına alınır.
Sonuç olarak, Kur’an’daki İslâmiyet’in, düşünme ve aklı kullanmaya verdiği önem, olayların neden-sonuç ilişkilerini anlamaya yönelik bir buyruktur. Kadercilik, tarihsel olarak bilimsel düşünme ve zihniyetin önündeki en büyük engellerden biridir. Son Elçi’nin temel görevi, her türlü haksızlığın, kötülüğün ve zorbalığın, özellikle din üzerinden yapılıyor olunmasını sonlandırma; buna karşılık aklın ve bilimin önünü açma ülküsüdür.
Günümüzde, insan aklının ve bilimin tanımladığı yönetim düzeni, eleştirel düşünce ve bilimsel bilgiye dayalı katılımcı bir yönetim tarzıdır.
İslâmoğlu; Mustafa (2019): Hasan El- Basri’nin Kader Risalesi ve Şerhi, Düşün Yayıncılık:234, İstanbul
Kahveci, Niyazi (2021): Çağımız ve Türkiye, Düşün ve Bilim Alanları, /. Baskı, Doğu Kitabevi, İstanbul