Yükleniyor...
Millet kavramından rahatsızlık duyanlar, genellikle onun İslamiyetle bağdaşmadığını ileri sürerler. Konuyu daha iyi inceleyebilmek için bu kavramı ele almadan önce, Kur’an’a göre soy, sop veya nesep ile Kur’an’da adları geçen sosyal gruplardan bahsetmek yerinde olacaktır. Çünkü Kur’an’da, bugün sosyolojik açıdan incelenebilecek birçok sosyal grup vardır.
Kur’an’a baktığımız zaman, insanın bir soyunun veya bir nesebinin olduğunu bunun da Allah tarafından insana bahşedildiğini görürüz. “İnsanı sudan yaratan, ona soy sop (=nesep) ve hısımlık veren O’dur. Rabbin her şeye gücü yetendir”(Furkan, 25/54).
Kur’an’da ayrıca “al” kelimesi çok sık geçer. “Aile, sülale, soy, sop” anlamındadır. Mesela, Al-i İbrahim= İbrahim soyu, sülalesi; Al-i İmran= İmran soyu, İmran ailesi; Al-i Fir’avn=Firavun soyu vs. Demek ki, Kur’an’a göre nesep meselesi sosyal bir gerçektir. Öyle ki, gerçek neseple, itibari, hukuki ve hissi beraberlikleri ve yakınlıkları karıştırmayı meşru kabul etmez: “…Evlatlıklarınızı, oğullarınız gibi kılmamıştır”(Ahzab, 33/4). Neseben yakın olanlar, birbirlerine diğer müminlerden daha yakındırlar: “…Akraba olanlar da Allah’ın kitabında, birbirlerine diğer müminlerden daha yakındırlar, Ancak yakın dostlarınız için örfe uygun bir vasiyette bulunmanız müstesnadır…”(Ahzab, 33/6). Dolayısıyla İslâm’da din kardeşliği ile kan kardeşliği birbirinden farklıdır. Bir Müslüman din kardeşi olan bir kimseyle evlenebilir ama kan kardeşi olan bir kimseyle evlenemez.
Bununla birlikte Kur’an, dost edinme konusunda imanı nesepten daha üstün bir yakınlık sebebi sayar, çünkü nesep ile dostluk kavramlarını iman konusunda ayırmaktadır. “Ey iman edenler! Babalarınız ve kardeşleriniz küfrü imana tercih ediyorlarsa, onları dost edinmeyin. Sizden kim onları dost edinirse, işte onlar zalimlerin ta kendileridir”(Tevbe, 9/23). Bir diğer ayette de “Ancak mümin olanlar kardeştir”(Hucurat, 49/10) buyurulmaktadır.
Görüldüğü gibi nesep olayı sosyal bir gerçek ve toplumun vazgeçilmez bir nizamıdır. Kur’an, ancak iman konusunda nesep ile dostluğu ayırmaktadır.
Bilindiği üzere, sosyal grup dediğimiz zaman, en genel anlamda, küçük büyük her türlü kümeleşme, birleşme anlaşılır. Bunlar sabit olmayan değişken insan topluluklarıdır. Sosyolojik olarak iki türlü sosyal gruptan bahsedilebilir:
Birincisi tabii olan sosyal gruptur. Klan, kabile, köy, şehir, millet vs. gibi. Burada içgüdüler, hisler, gelenekler, akrabalıklar daha ağır basar.
İkincisi ise, ideal olan sosyal gruptur ki, siyasi, ticari, dini, kültürel ve iktisadi amaçlarla oluşan gruplardır. Burada zihni faktörler, inançlar, idealler ve zihniyet ön plandadır.
Kur’an her iki sosyal gruba giren topluluklardan bahseder. Bir başka ifadeyle aynı kan grubu, aynı inanç grubu, aynı fikir grubu, aynı siyasi anlayışa sahip grupların hepsinden Kur’an bahsetmektedir. Belli başlı olanları şunlardır[1]:
1) Şa’b: Râzî, meşhur bir babaya dayanan insan topluluğudur[2] derken, Ragıp, bir aileden doğup dallanan kabileler grubu[3] demektedir. Kur’an’da “şu’ûben ve kabâile”(şubeler ve kabileler=oymaklar ve boylar) şeklinde geçmektedir (Hucurat, 49/13). Araplar bugün “halk” anlamında kullanmaktadır.
2) Kabile: Bir babanın zürriyetinden doğup dallanan cemaate denir.[4] Türklerde boy ve oymak kavramlarıyla ifade edilir.[5] Hucurat, 49/13 de geçmektedir.
3) Aşiret: Asabe sisteminde şa’b ve kabileden sonra gelen gruptur. Kur’an’da yakın hısım, aynı kan bağı olan akrabalar için kullanılır. Aynı kandan gelenler demektir. Kur’an’da “Önce en yakın aşiretini uyar”(Şuara, 26/214) ayetinde akrabalar kastedilmiştir. Yine aynı anlamda Tevbe, 9/ 24 ve Mücadele, 58/22 ayetlerde geçmektedir.
4) Fırka, Ferik: Başkalarından ayırt edici özelliği bulunan gruptur.[6] Aralarında inanç birliği olan kişilerden oluşan toplulukların adıdır: “Bu iki fırkanın (= kafirlerle müminlerin) hali kör ve sağırlarla, gören ve işitenler gibidir…”(Hud, 11/24) ayetinde olduğu gibi.
5) Sulle: Sosyal statü kavramını ihtiva eden bir gruptur. Yani üyeleri arasında statü farklılaşması ve buna bağlı olarak rol dağılımının bulunduğu gruptur diyebiliriz. Kur’an’da cemaat, ümmet ve topluluk anlamında da kullanılmıştır. “Bunlardan bir kısmı eski cemaat(veya ümmet) bir kısmı da yeni ümmetlerdendir”(Vakıa, 56/13, 39, 40)
6) Fie: Birbiriyle yardımlaşmalarını açıkca yapan cemaatın adıdır. “…Kendilerinin Allah’a kavuşacağını umanlar: az sayıda nice topluluk, çok sayıda bir topluluğa Allah’ın izniyle galip gelmiştir…”(Bakara, 2/249).
7) Şia: Bir insanı güçlendiren ve o insanın etrafında yer alan topluluktur[7] Partizan, taraftar anlamındaki zümre veya topluluklara denir. “Her bir gruptan Rahman olan Allah’a en çok asi olanlar hangileri ise onları elbette çekip ayırırız.”(Meryem, 19/69) ayetinde olduğu gibi.
8) Zümre: Sayıca çok az kişiden oluşan topluluktur[8] Bu kavram, aynı zamanda oturmuş, bilinçli bir grubu ifade eder. “O inkârcılar grup halinde cehenneme sürülürler…”(Zümer, 39/71-73)
9) Usbe: Bağnaz ve fanatik toplulukların adıdır. Birbirini destekleyen ekip ve güruh anlamındadır.[9] Bugünkü anlamıyla “örgüt” diyebiliriz. Kur’an’da ekip veya elebaşısı olan güruha denmektedir. “(Peygamber’in eşine) o iftirayı uyduranlar içinizden bir güruhtur…”(Nur, 24/11). Usbe kelimesi, Yusuf, 12/8, 14. ayetlerde de de birbirine bağlı topluluk anlamında kullanılmıştır.
10) Medine: Şehir anlamına gelir. Kur’an bu kelimeyi şehir halkı ve şehirli anlamında kullanmakta ve sorumlulukları bakımından fark gözetmemektedir.Tevbe, 9/101, 120 ; Hicr, 15/ 67 de geçmektedir. Şehir millet adını verdiğimiz büyük cemiyetin ilk çekirdeğini ilk temelini oluşturur. Çünkü şehirde bir iş bölümü vardır. Cemiyetin üyeleri arasında dini, ahlaki, estetik, terbiyevi esaslar ve faaliyetlerle beraber, mesleklere göre de bir birlik oluşturulmuştur[10].
11) Kavim: Kur’an’da en çok geçen kelimelerden biridir. 300 den fazla ayette yer alır. Yalın halde olduğu gibi, bazen şahıs adları veya yer izafe edilerek geçer. Nuh kavmi, Lut kavmi, Meyden halkı vs gibi. Ancak, burada “ashap” kelimesi geçer. Halk anlamındadır. Kur’an’da geçen kavm kelimesi her yerde aynı anlamda değildir. Bunları dört başlık altında toplayıp, birer ayetle hepsini örneklemeye çalışalım.
12) Ümmet: Bu kelime Kur’an’da bir çok anlamda geçer.
13) Millet: Bu kelime Kur’an’da 15 ayette geçmektedir. Hepsinde “din” anlamı mevcuttur.
Görüldüğü gibi, Kur’an’da millet kelimesi din anlamına gelmekle birlikte aslında din etrafında oluşan kültürel topluluklar kastedilmektedir. Bir diğer ifadeyle, bu husus, bildiğimiz inanç sistemi olan dinden ziyade, dinin pratikleşip bir hayat tarzı haline getirilmiş ve güncel yaşamın her safhasında yerini almış şeklidir. Bu anlamda kültürü de ifade etmektedir. Nitekim Ragıp, “Müfredat”ında millet ile din kelimeleri arasındaki farkı açıklarken böyle anlamaya müsait yorumlar yapmaktadır. Ona göre millet kelimesi bir peygamber ismine izafe edilebilmektedir. “İbrahim’in dini” gibi. Kaldı ki, bu kelime, ne Allah ismine ne de bir ferdin ismine muzaf gelir. Yani “Allah’ın milleti” denemeyeceği gibi, “Ali’nin milleti” de denemez. Ama din için böyle değildir. Çünkü “Allah’ın dini, Ali’nin dini” denebilir[12]. Şu halde buradan anlamamız gereken: kişilere ve topluluklara muzaf geldiğine göre, millet kelimesi inanç ve hayat tarzı anlamındadır. Yani biraz ileride açıklayacağımız sosyolojik tanımlara uygundur.
Kur’an açısından ele aldığımız zaman, insan topluluklarının farklı ırklar ve farklı kabile ve kavimlere mensubiyeti, ilahi iradenin bir tecellisi olarak karşımıza çıkmaktadır. Bir diğer ifadeyle, beşeriyetin bu nevi ırkî farklılıkları, beşeriyetin kendi iradesiyle oluşmuş bir farklılık değil, bilakis Allah’ın kendi varlığının birer işareti, birer ayeti olduğunu gösteren bizzat Allah tarafından var kılınmış bir gerçektir. Mesela şu ayette bu gerçek ifade edilmektedir: “Göklerin ve yerin yaratılması, dillerinizin ve renklerinizin değişik değişik olması O’nun varlığının belgelerindendir. Şüphesiz bunda bilenler için ibretler(=ayetler) vardır”(Rum, 30/22). Bu ayette de görüldüğü gibi, renkler ve dillerin farklılığı ırkî farklılıklardır. Bu farklılık ayete göre, insanların kendilerinin oluşturduğu bir şey değil, Allah’ın takdir ettiği bir keyfiyet olup, kendi varlığının belgesi(=ayeti) yapmıştır. Buna rağmen birileri çıkıp da “Irk neymiş?”, “İslamiyette ırk diye bir şey yoktur?” vs. derse her halde ona “ırk özürlü” demekten başka bir cevap olamaz. Çünkü Kur’an’a göre o kişi, ilahi iradeyi reddediyordur. Eğer ırkçılık yoktur deniyorsa buna katılıyoruz. Çünkü ırkçılığa, ne Kur’an ve ne de Hz. Peygamber onay vermektedir. Daha ileride bu konuda bilgi verilecektir.
Bir diğer ayette: “Allah dileseydi sizi tek bir ümmet yapardı. Fakat bu, size verdikleriyle sizi denemesi içindir. O halde iyiliklerde yarışınız. Hepinizin dönüşü Allah’adır. Ayrılığa düştüğünüz şeyleri size bildirir”(Maide, 5/ 48) buyurulur. Bu ayetten anlaşılacağı üzere, ilahi irade, bütün bir beşeriyeti tek bir ümmet olarak dilememiştir. Çünkü bizleri sınamaktadır.
Kur’an’a göre Allah, bir kavimle diğer bir kavmi terbiye ediyor: “(Savaşa) çıkmazsanız, Allah size can yakıcı bir azapla azap eder ve yerinize başka bir kavim getirir. Ona bir şey de yapamazsınız. Allah’ın her şeye gücü yeter”(Tevbe, 9/39). Nitekim şu ayet de aynı hususu vurgulamaktadır: “Ey inananlar! Sizden kim dininden dönerse, bilsin ki, Allah’ı seven ve Allah’ın da kendilerini sevdiği, müminlere karşı alçak gönüllü, kâfirlere karşı güçlü, Allah yolunda cihat eden kınayanın kınamasından korkmayan bir kavim getirir. Bu Allah’ın faziletidir, dilediğine verir. Allah her şeyi kuşatan ve en iyi bilendir”( Maide, 5/ 54). Görüldüğü gibi, kavimler arasında sıfat farkları da belirtiliyor. Burada daha ziyade inanç, sevgi, şecaat ve cesaret gibi birini diğerinden ayıran vasıflardır. Bir kavim, diğer bir kavimle yola getirilmektedir.
Irk ve kavim gerçeğini ortaya koyan Kur’an, kavimler arası ilişkilerde terbiyevî bir yol izler, birinin diğerini istihza etmesini hoş karşılamaz:
“Ey inananlar, bir kavim diğer bir kavmi alaya almasın. Belki de onlar kendilerinden daha iyidirler…”(Hucurat, 49/11). Kur’an ayrıca her kavmin içinden kendilerine yol göstericiler geldiğini de belirtir: “…Sen ancak uyaransın. Her kavmin bir yol göstereni vardır”(Ra’d, 13/7).
İlahi irade, beşeriyeti birçok nesep ve kabileye, ırk ve kavimlere taksim ederken onları makul bir gerekçeye bağlar: “li-teârefû”(Birbirinizi bilesiniz diye).
“Ey insanlar! Biz sizin her birinizi bir erkek ve bir dişiden yarattık,birbirinizi bilesiniz diye sizleri farklı topluluklar ve kabileler halinde yaptık. Sizin en yüceniz, Allah indinde O’na karşı gelmekten en fazla sakınanınızdır. Şüphesiz ki Allah, en iyi bilen ve her şeyden haberdar olandır.”(Hucurat, 49/13). Buradan anlaşılan bütün farklı topluluklar kabileler, kavimler veya milletler birbirleriyle irfanlaşma yardımlaşma ve bilişme konusunda yarışacaklardır. Her birinin diğerinden alacağı, öğreneceği çok şey vardır. Kimse kimseye karşı sadece ırkî ve kavmî özelliğiyle övünmeyecektir.
Bilimsel olarak yapılan araştırmalarda pek çok tanımla karşı karşıya kalıyoruz. Her bir tanım farklı perspektiflerden yapılmıştır. Hatta mevcut şartlara ve hedef alınan gayeye göre de kavim özellikle millet tarif edilmeye çalışılmıştır. Mesela, Almanlar ve Slavlar milleti ırk ve dil birliği ile tanımlarlarken, Fransızlar arzu ve iradeyi, ferdi hürriyeti yani vatandaşlığı esasa alarak tanımlamışlardır. İtalyanlar da coğrafya ve dil birliğini öne çıkararak bir tanıma gitmişlerdir. Bu açılardan bakıldığında yeryüzündeki mevcut toplulukların bir kısmı bu tanımların dışında kalır. Mesela Yahudi milleti coğrafya faktöründen 1948 e kadar mahrumdu ama bir milletti. Keza Mısır bir coğrafya adıdır, bir millet adı değildir. Bugün oluşturulan birçok devletin adı genelde coğrafya adlarıdır.
Millet kavramını daha belirgin olarak tanımlayabilmek için sanırım şöyle bir tanım daha kapsamlı olacaktır: Aynı dil, ırk ve tarih şuurunun oluşturduğu sosyal vicdana sahip fertlerin birlik ve beraberliğinden meydana gelmiş insan topluluklarıdır. Çünkü ortak vicdana sahip her fert, kendini öyle hissettiği sürece o milletten sayılır. Mesela kendini Türk hisseden herkes Türk’tür. Kendini öyle hissetmesi olayı, bir şuur ve bir kültür olayıdır. Şu halde milli kültür kavramı ve millet kavramı, iç içe olan kavramlardır. Çünkü milletler, kültürel anlamda birbirleriyle bir alış veriş içindedirler.
Bundan önceki sayfalarda millet kavramının Kur’an’a göre, toplumdan ziyade inanç ve hayat tarzının bütünleştiği sosyal yapı ve davranış biçimi olduğunu görmüştük. Şu halde millet adını alan her toplumun kendine has bir üslûbu, bir yaşama biçimi ve farklı düşünce ve hareket tarzı vardır. Zaten bir toplumun millet haline gelebilmesi için, onun kendine özgü bir düşünce ve yaşam biçimine sahip olması gerekir. Bu da kısaca kendine özgü bir kültürün teşekkülü demektir.
Milletle kavim arasında bir ilişki vardır. Bazı milletlerin temelinde kavimler, bazı kavimlerin temelinde de milletler vardır. H. Z. Ülken bu hususta şunları söyler: Kavm, muayyen bir vatana yerleşmemiş, müşterek bir tarih şuuru ile ayrı bir kültür yaratmamış olan göçebe veya yerli dil ve soy birlikleridir. Ona göre aynı kavimden bir çok milletler doğabileceği gibi, birkaç kavim birleşerek de bir milleti vücuda getirebilirler. Mesala, İngilizler, Kelt, Anglosaxon, Norman kavimlerinin; Almanlar, Germen, Slav ve Latin; Birleşik Amerikalılar, Anglosaxon, Latin ve yerli kavimlerin karışmasından doğmuştur. Buna mukabil, Latin kavmi parçalanarak Alman, Danimarka ve Hollanda milletlerinin doğmasına sebep olmuşlardır. Şu halde kavim, milletin doğuşunda ham madde vazifesi görmüştür ve ondan tamamen bağımsızdır[13]. Demek ki, milletin kavimle irtibatı daha ziyade tarihi zeminde ve sosyal değişme süreci içinde olmaktadır. Ülken’in görüşünü temele alırsak, Türk Milleti için, 24 Oğuz boyunun meydana getirdiği büyük kitlenin adıdır demek mümkündür. Bu anlamda Kırgızların, Türkmenlerin, Kürtlerin, Tatarların, Azerilerin, Özbeklerin Kazakların Yakutların vs. nin müşterek soyadı Türk’tür. Aynı soyun, aynı kültürün çocuklarıdırlar. Keza Slav Milleti de Doğu, Batı ve Güney Slavları olmak üzere üçe ayrılmışlardır. Ruslar, Beyaz Ruslar ve Ukraynalılar Doğu Slavlarını; Polonyalılar, Çekler, Slovaklar ve Lusasienler Batı Slavlarını; Sırplar, Hırvatlar, Slovenler, Makedonlar ve Bulgarlar da Güney Slavlarını oluştururlar.
Aslına bakılırsa ırk kavramıyla millet kavramı da birbirinden farklıdır. Mesela Türk ırkından olmakla, Türk milletinden olmak farklı şeylerdir. Mesela Macarlar, Türk ırkındandırlar ama Türk milletinden değildirler.[14] Çünkü dilleri, dinleri ve kültürleri farklılaşmıştır.
Ziya Gökalp: “Dil, din, ahlak ve bütün güzel sanatlar bakımından ortak olan, yani aynı eğitimi almış bulunan kişilerden oluşan bir topluluk olup, Türk köylüsünün milleti, ‘dili dilime, dini dinime uyan’ diye tarif ettiğini’ söyler[15] Weber’e göre millet, kendini bağımsız bir devlet biçiminde ifade edebilen bir “duygu birliği”dir.[16] Türkdoğan: “Millet, belirli bir arazi üzerinde devlet ve dil unsurlarının kaynaşmasıdır” demektedir.[17]
Görüldüğü gibi millet ırk ve dilin temelde oluşturduğu birliğin, mensuplarının sosyal vicdanında birlik ve beraberlik meydana getirdiği aynı inanç ve kültürü paylaşan insan topluluğudur. Bu topluluğun fertlerinde soya çekim kendini gösterir. Kalıtsal özellikler, sadece fertlerde değil, aynı zamanda toplum üzerinde de müessirdir. Bir milletin tarihi içerisinde bütün fertlerinde var olan psikolojik bir karakter meydana gelir ki buna “milli karakter” denir. Milliyet duygusu da bu karakterden doğar.
1) Milliyet Duygusunun Fıtrî Oluşu:
İnsan doğduğu zaman, belli bir dilin konuşulduğu, belli bir aile ve belli bir kültürün içinde kendini bulur. Öyleyse millet fikri ve buna dayalı milliyet duygusu ve düşüncesi fıtrîdir. Yani doğuştan gelen bir fikirdir. Bazıları bu fikrin Fransız ihtilaliyle Batı’dan geldiğini iddia ederek bu tarife karşı çıkarlar. Hâlbuki Batı’dan gelen şey, milliyet fikrinin siyasi bir kimlik kazanmasıdır. Bir başka ifadeyle milliyetçiliğin siyasi platforma geçişi, politik arenada kendini göstermesi ve ideolojilerde yer alışıdır.
Millet, objektif bir realitedir. Bu realitenin objektif unsurları vardır. Bunlar da: Aynı kandan gelme, aynı dili konuşma, aynı dine inanma, aynı kültürden olma, müşterek bir tarih şuuruna sahip olma ve istikbal için aynı ülküyü taşımadır. İşte bu objektif unsurların tek tek bir fertte sübjektifleşmiş yönüne milliyet duygusu diyoruz.[18]
Şu halde milliyet duygusunun bir tezahürü olan milliyetçilik bir ideoloji değil, bir “idrak”tir. Tıpkı insanın kendi insanlığını idrak etmesi gibi, milliyetini tanıyıp bilmesi de bir idraktir. Nasıl ki, insan olmak objektif bir vasıf, fakat insanlığını idrak etmek sübjektif bir özellik ise, millet objektif bir realite, milliyetçilik de bunun idrakine sahip olmak yani milliyet şuuru taşımak da sübjektif bir keyfiyettir.[19] Milletin objektif realitelerinden biri veya bir kaçı olmadığında, milleti ayakta tutan milliyetçilik duygusudur. Mesela Yahudilerde toprak ve dil birliği yoktu ama milliyetçilik duyguları millet realitesinin şartlarını bir araya getirme azmini kaybettirmedi. Zaten milliyetçilik bir milletin milli benliğini koruma zaruretini işleyen bir akım, bir duygudur. Şu halde millet statik, milliyetçilik dinamik bir kavramdır. Eğer bir millet, kendini millet yapan değerlere sahip olmasına rağmen bunların karakteristiğini tarih içinde koruyamıyorsa, milliyetçiliğe sahip değildir. Zamanla bu değerleri kaybetme riskiyle karşı karşıya kalır. Bu itibarla milliyetçilik, millet olma vasfının hem dinamik hem de psikolojik şartıdır.[20]
İşte fıtrî bir din olarak İslamiyet, fıtrî bir duygu olan milliyet fikrini reddetmeyip, sahip çıkmaktadır. Şayet milliyet kavramı İslamiyet’te olmasaydı neler olurdu?
2) Hadislere Göre Milliyet Duygusu:
Milliyet duygusu, Hz. Peygamber’in hadislerinde de göze çarpmaktadır.
“Şair Hassan, müşrikleri hicvetmesi için Resululahtan izin istedi. Resulullah: ‘Nasıl olur, benim nesebim Kureyş içindedir. Şu halde onları zemmetmekle benim de nesebimi zemmetmiş olursun’ dedi. Bunun üzerine şair Hassan: ‘Seni onlardan tereyağından kıl çeker gibi ayırırım’ deyince hicve müsaade edildi”. Bu hadiste, Hz. Peygamber, kişinin neseben bağlı olduğu kabilesinin hicvedilmesiyle kendisini de hicvedileceği gerçeğini ileri sürüyor. Demek ki, nesep yani soy ve sop bağlılığı fıtrî bir olaydır. Buradan da milliyet duygusunun, insandaki aidiyet duygusunun bir neticesi olduğunu da düşünebiliriz.
Yine bu bağlamda şu hadisten de milliyet duygusunun fıtriliğini anlıyoruz: Selman’dan rivayet edilmiştir: “Resulullah bana: ‘Ya Selman dedi. Bana buğz etme, sonra dininden ayrılırsın. Bunun üzerine: ‘Ya Resulallah! Sana nasıl buğz ederim, Allah, yalnız seninle bizi hidayete erdirmiştir’ dedim. Resul-i Ekrem buyurdu ki: ‘Arap’a buğz eder ve dolayısıyla bana da buğz etmiş olursun”[21]
“Ebu Hureyre’den rivayet edilmiştir: ‘Resulullah’ın huzurunda Acemler’den (=Arap olmayanlardan) bahsedildi. Bunun üzerine şöyle buyurdu: Onlara veya onların bazılarına karşı ben, size veya sizden bazılarına karşı olduğumdan daha itimatlıyım”.[22] Buradan anlaşılan İslam, lüzumsuz yere soy sopla övünmeye ve hele kendi milleti bâtıl yolda ise, onların cahiliye devrine dönüşüne karşıdır.
Süraka b. Malik’ten rivayet edilen bir diğer hadiste Hz. Peygamber, meşru halde aşiretini savunanları takdir etmiştir. Nitekim Süraka’nın bu rivayetinde: “Sizin en hayırlınız, müdafaasında günah işlemediği müddetçe aşiretini müdafaa eden kimsedir” [23] Demek ki, haklı konularda kişi günaha girmemek kaydıyla mensup olduğu aşiretine yardımcı olabilecektir. Buradan koruma, kollama ve sahip çıkma anlamı da vardır. Hz. Peygamber, “en hayırlınız…” diyerek bunu teşvik de etmektedir.
3) Hadislere Göre Irkçılık(=Asabiyye):
Gelelim ırkçılık meselesine, İslam’da bunun özel tabiri “asabiyye”dir. “Asab” kelimesi dilimize Arapça’dan geçmiştir ve damar, sinir anlamına gelir. Nitekim “ırk” kelimesi de Arapça’da geçmiş ve “damar” demektir. Aynı damardan veya aynı kandan gelen hısım ve akrabalar için kullanılır. Kan bağının öne çıktığı akrabaların, yakınların oluşturduğu sosyal gruplara fanatik bir bağlılık diye tarif edebileceğimiz “asabiyye” kelimesi Kur’an’da geçmez. Ancak bazı hadislerde geçmektedir. İslam’da milliyetçiliğin olmadığını söyleyenler genellikle bu hadisleri ileriye sürerler ve onları kendi anlayışlarına göre tercüme ederler. Şimdi bu hadisleri ele alalım:
“Kim haksız bir işte kavmine yardım ederse, kuyuya düşmüş deve gibidir ki, kuyruğundan çekilip çıkarılır”[24] Burada yalnız kavm kelimesi geçiyor.
Vasile b. Eska’dan rivayet edilir: “Dedim ki: ‘ Ya Resulallah, asabiyetçilik nedir?’ Resulullah : ‘Zulümde kavmine yardım etmendir’ buyurdu.”[25] Burada hem kavm hem de asabiyye kelimeleri geçiyor.
Cübeyr b. Mut’im’den rivayet edilmiştir: “Asabiyyeye davet eden bizden değildir. Asabiyye üzerine savaşan bizden değildir. Asabiyye üzerine ölen de bizden değildir”[26]
Sahabeden Vasile b. El-Eska sorar: “Ya Resulallah! Bir kimsenin kavmini sevmesi asabiyetten(=ırkçılıktan) sayılır mı? Hz. Peygamber buyurdu ki: ‘Hayır, Ancak kişinin zulüm ve haksızlık halinde olan kavmine yardım etmesi asabiyyettir.’”[27]
Görülüyorki ırkçılık, kişinin kendi kabilesi veya kavmine haksız olsa da savunmasıdır. Hz. Peygamber’in yasakladığı şey budur. Bir diğer ifadeyle “Hz. Peygamber’in asabiyet tabiri ile yasakladığı şey, fikir değil, fiildir.”[28] Elbette her fiil değil, zulüm ve haksızlık gibi, olumsuz fiillerdir.
Hz. Peygamber’in hadislerinde de görüldüğü gibi İslam’ın reddettiği ırkçılık:
1-Kan üstünlüğü veya soy sop üstünlüğü davası gütmek,
2-Kendi ırkından dolayı bir nevi üstünlük psikolojisine kapılmak ve bu yönde başkalarına tahakküm etmek,
3-Kendi ırkından olmayan diğer insanlara hayat hakkı tanımamak,
4-İnsanlık hislerini rencide eden davranışlarda bulunmak,
5-Kendi ırk, adet ve geleneklerini, her şeyden üstün tutmaktır.[29]
Netice olarak, ırk, kana; kavim, dile; ümmet, dine; millet ise kültür ve tarih şuuruna dayanmaktadır. Kültür ve tarih şuuru üzerine dayanan milliyetçilik ise İslam açısından her zaman onay alır yeter ki, o kültür İslam’dan onay alsın. Çünkü İslam müşrik ve sapık kültürlere onay vermiyor.
Milliyetçiliğin milletin ortak bir tarih ve kültür şuuruna sahip olunması ve bu şuurun yaşanması olduğunu daha önce beyan ettik. Ancak Batı dünyası, milliyetçiliği faşizm şeklinde değerlendirmektedir. Buna ne cevap verilebilir? Bu hususta rahmetli dostumuz Erol Güngör’ün bir yorumunu aktaralım:
“Bugünkü Batı dünyası, bilhassa Amerikalıların etkisinde kalarak, milliyetçilik denince daha çok faşizm ve nazizmi anlamaktadır. Hakikatte milliyetçilik bir kültür hareketi olması hasebiyle ırkçılığı, halka dayanan bir siyasi hareket olarak da otoriter idare sistemlerini reddeder. Bu bakımdan faşizm örneğine bakarak milliyetçiliği değerlendirmek her şeyden önce yanlış misalden hareket etmek olur(…). Irkçılık tamamen kan bağı ve soy sop üstünlüğünü ön plana alırken; milliyetçilik, kendi milletini her türlü kültür yozlaşmasından uzak tutmak suretiyle, tamamen kendine has yapılar içerisinde ve milli kültürü bizzat bir medeniyet kaynağı haline getirme ve cemiyeti soysuz değişmelerin açık Pazar yeri halinden kurtarma hareketidir.”[30]
Kavram kargaşası yaşanan ülkemizde, bazı kişiler milletçilik kavramını maalesef, hiçbir literatürde olmayan bir anlam yükleyerek ifade etmeye çalışmaktadırlar. Mesela sık sık medyada duyduğumuz “Dini milliyetçilik, etnik milliyetçilik ve bölgesel milliyetçilik” tabirleriyle ne kastedilmektedir? Anlamak cidden zor. Bu ifadelerin bilimsel hiçbir tarafı yoktur. Her halde “ayrımcılık” diyecekleri yerde yanlışlıkla “milliyetçilik” demektedirler. Halbuki milliyetçilik ayrımcılık değil, birleştiricilik ve bütünleştiriciliktir.
Bugün gerek bazı basın organlarında ve gerekse bazı medya kanallarında özellikle iki kavrama saldırı olmakla birlikte, ikisinden biri adına diğerini yok etme gayretleri gözlenmektedir. Bu iki kavram Türk ve İslâm kavramlarıdır. Bazı kimseler, maalesef İslâm dinini arkasına sığınarak Türk milleti, Türk kültürü, Türk devleti ve Türk dili düşmanlığı yapmaktadırlar. Ayrıca Türk milliyetçiliğine karşı çıkanlar, başka her hangi bir etnik grubun, ırkçılığına ses çıkarmamaktadırlar.
Konuyla ilgili vermiş olduğum konferanslarda, bana birçok sorular tevcih edildi. Onlardan ilginç gördüğüm bir kaçını ve verdiğim cevapları aktararak, bu konudaki sözlerime son vereyim.
Soru: Emeviler ve Abbasiler “Arap Milliyetçisi” idiler. İslam adına çok zararları oldu. Milliyetçilik İslâm’a zararlı değil mi?
Cevap: Eski kavimler, dünyanın merkezine kendilerini alırlar, diğer kavimleri dışlarlardı. Mesela Yunanlılar, dünyayı “Yunanlılar ve barbarlar” olarak ikiye ayırırlar. Kendilerinden olmayan bütün kavimler barbardı. Keza İslâm’ın geldiği dönemde cahiliye Arapları da, dünyadaki kavimleri ikiye taksim etmişlerdi: “Araplar ve acemler”. Onlara göre Arap olmayan herkes acemdi. “Acem” tabiri bize göre İranlıların lakabıdır. Araplara göre ise, Arabın dışında herkestir. Araplar da ikiye ayrılırdı: Kureyşliler ve Kureyşli olmayanlar. Elbette bu husus soy ve kan üstünlüğüne dayanan bir Arap ırkçılığının tezahürüdür. Her ne kadar İslamiyet onları, milliyetlerini unutturmamak kaydiyle, “İslâm” kavramı üzerinde bir üst kimlik kazandırmışsa da Emeviler, hilafeti bir saltanat haline getirince ilk işleri, cahileye dönemi Arap ırkçılığını yani asabiyeciliği gündeme taşımak ve onu bir devlet politikası haline getirmek oldu. Aslında onların yaptıkları “milliyetçilik” değildir. Kelimenin tam anlamıyla, en ileri safhada bir ırkçılıktır. Çünkü kendilerinden olmayanlara “mevâli”(=köle olmaya layık) derlerdi. Çünkü onlar, soy sop itibariyle kendilerini diğer milletlerden üstün görüyorlardı. Takvada, ahlakta ve İslâm’a hizmette değil, soylarının üstünlüğü ve “kavm-i necip” olmalarıyla övünüyorlardı. Hatta bu zihniyet, Emeviler döneminde teşekkül eden Fıkhî mezhepler üzerinde müessir olmuş ve Arapların üstünlüğü fıkhî içtihatlarla pekiştirilip din adına, din diye uygulana gelmiştir. Mesela, evlenmede denklik hususunda Şafi mezhebine göre, Arap olmayan erkekler, Arap olan kadınlara denk olamazdı. Velev ki anası Arap dahi olsa. Keza Arap olmayan bir âlim de Arap olan cahil bir kadına denkti. Hanbeli mezhebine göre, Arap olmayan erkekler Arap olan kadınlara denk olamazlar.[31] Hatta İbn Teymiyye’ye göre, Müslüman Arap milleti, diğer milletlerden daha yüksek derecelidir[32]. Bütün bunları “milliyetçilik”le ifade edemeyiz. Bunlar kesif bir Arap ırkçılığının tezahürleridir. Eğer Emeviler ve Abbasiler, Arap milliyetçiliği yapsalardı, her şeyden önce diğer milletlere ve kavimlere saygı gösterirlerdi. Hucurat suresi 13. ayetinde de ifade edilen “li-teârefu”(=birbirinizi bilmeniz için) emrine uygun olarak karşılıklı kültür ve bilgi akışını sağlarlardı. Diğer kavimlere sevgi ile yaklaşırlardı. Oysa onlar ırkçılıklarını dini hüküm haline getirip uygulama alanına sokmuşlardır. Bütün bunlara milliyetçilik demek mümkün değildir. Onların yaptıkları İslâm’ın yasakladığı ırkçılığın ta kendisidir. Bundan dolayı Emeviler ve Abbasiler “Arap milliyetçisi” değil, “Arap ırkçısı” idiler. Dolayısıyla İslâm için, İslâm adına çok zararlı oldular.
Soru: Türk müsün Müslüman mısın? Veya Milliyetçi misin yoksa Müslüman mısın?
Cevap: “Bu soruyu, sporcu musun yoksa Müslüman mısın diye de sorabilirsiniz. Sanki bunlardan biri olunca diğeri olmaz da!”[33]. Elbette insan hem Türk hem Müslüman olabilir. Hem Müslüman hem milliyetçi olabilir. Tıpkı hem Arap hem Müslüman olduğu gibi. Kişi soyunu sopunu, nesep ve akrabasını, kavmini ve milletini kendi tayin edemez ama dinini kendi iradesiyle tayin edebilir. “Ben şu millettenim, öyle hissediyorum. O milletin kültüründenim ve milletimi seviyorum” demekten daha tabii ne olabilir? Veyahut “Allah beni o milletten yaratmış, benim milliyetim budur” demekten daha tabii ne olabilir? Kaldı ki bu sorular aynı sahanın soruları değildir. Biri din diğeri milliyettir. Mantık’ta meşhur bir kural vardır. Birbirine zıt iki hüküm bir arada bulunmaz. Milliyetçi olmanın zıttı, milliyetçi olmamak veya Türk olmanın zıttı, Türk olmamaktır. Öte yandan Müslüman olmanın zıttı, Müslüman olmamaktır. Milliyetçi olmak veya Türk olmak değildir. Bu nevi sorularda hâlâ ısrar edenler varsa onlara “Mantık fukarası” demekten başka bir cevap bulamıyorum.
* Bu yazı Prof. Dr. İsmail Yakıt’ın “İslam’ı Anlamak” isimli kitabının 347-367 sayfaları arasından iktibas edilmiştir.
[1] Geniş bilgi için Bkz. Yümni Sezen, İslam Sosyolojisine Giriş, Turan Kültür Vakfı, İstanbul, 1994, s. 91 vd. Bu konuda ayrıca danışmanlığımda yapılmış başarılı bir doktora tezi vardır. A. Galip Gezgin, Tefsirde semantik Metod ve Kur’an’da Kavm Kelimesinin Semantik Analizi, Ötüken, İstanbul, 2002, s.246 vd.
[2] Razi, Tefsir., XXVIII, 138
[3] Ragıp, Müfredat, s.261
[4] Firuzabadi, Kamus, III, 320 vd.
[5] Y. Sezen, İslam Sosyolojisine Giriş, s. 91
[6] Ragıp, Müfredat, 79
[7] Pagıp, age, s.272 vd.
[8] Ragıp, age., s. 214
[9] Ragıp, age, s.340
[10] Y.Sezen, age., s. 95
[11] Bkz. A.G. Gezgin, Tefsirde Semantik Metod.., s. 247
[12] Ragıp, age., ilgili maddeler. Ragıp, örneğinde “Zeyd” adını kullanmaktadır. Biz “Ali” ismini kullandık.
[13] H.Z. Ülken, Millet ve Tarih Şuuru, s. 189
[14] S. Maksudi Arsal, Milliyet Duygusunun Sosyolojik Esasları, s. 29-34
[15] Z. Gökalp, Türkçülüğün Esasları, s. 27
[16] M. Weber, Sosyoloji Yazıları, s. 168
[17] O. Türkdoğan, Değişme Kültür ve Sosyal Çözülme, s. 34
[18] A. Kurtkan, Sosyolojik Açıdan İslamiyet ve İslami Kavramlar, s. 28
[19] A. Kurtkan, age. s. 28-29
[20] A. Kurtkan, age., s. 29
[21] Tirmizi, Sünen, Menkabeler Babı, 4182-3927
[22] Tirmizi, Sünen, Menkabeler Babı, 4187-3932
[23] Ebu Davud, Sünen, Kitabu’l-Edeb, 111, 112; Et-Tac, V, 91-92 terc. Bekir Sadak, Eser Neşr., İstanbul, 1980
[24] EbuDavud, age.,a y; et-Tac, a.y.
[25] Ebu Davud, age., a y; et-Tac.a.y.
[26] Ebu davud, Sünen, Kitabu’l-edeb, Babu’l-Asabiyye, V, 342, Nu. 5121
[27] İbn Mace, Sünen, IV, s. 1302 No: 3949; A. İbn Hanbel, Müsned, IV, s. 107; Ebu Davud, IV, s. 452, No: 5119
[28] Ali Yardım, Asabiyet, Milliyetçilik Demek midir?, s. 29-30
[29] Krş. Y. Sezen, age., s. 100
[30] E. Güngör, Türk Kültürü ve Milliyetçilik, Ötüken, 11. Baskı, İstanbul, 1996, s. 110-113; Krş. A.G.Gezgin, age., s. 310
[31] A. Cezerî, Kitabu’l-Fıkh Ale’l-Mezahibi’l-Erba’a, IV, s. 54-55, (Z. Beyaz’dan naklen, İslâm’a Göre Milliyetçilik, 4. Baskı, s. 333, İstanbul, 1980
[32] Z. Beyaz, age., s.337; Krş. Muharrem Çakar, İslam’daki Milliyetçilik, s. 65
[33] M. Çakar, age., s. 44