Yükleniyor...
Türkiye’nin dört bir yanından yardım yağıyordu. Bir akşam yetişkin birisi yanıma yaklaştı. Sinop’tan yardıma gelmişlerdi. Erol Bey; eşi, kızı ve arkadaşlarıyla yükleyebildikleri kadar malzemeyi getirdiklerini söyledi. Köylere dağıtmışlar ancak iki aileye malzeme kalmayınca getireceklerine söz vermişlerdi. Onlar için de bize başvurmuşlardı. Hiç ikiletmeden isteklerini fazlasıyla verdim. Karşılıklı telefonlarımızı kaydettik.
Ertesi gün akşam saatlerinde Erol Bey’den telefon geldi. 31,5 ton motorinden bahsediyordu. Bağıştı. Sinop’tan gelmişti. Motorin için görüşmeler yaparken, bir bakanlığın, Kamp’ta tesadüfen bulunan üst düzey bürokratıyla tanıştık. Tesadüfen oradaydı. Sağ olsun çok yardımı oldu. Pazarcık’a indirdiler.
Sadece Türkiye’den değildi yardıma koşanlar. Türk dünyasından da gelenler vardı. İki Azerbaycanlı yiğitle tanıştım. İkisi de Karabağ gazisiydi. Ruslan ve Paşazade.
Pazartesi sabahı çok erken kalkmıştım. Varil sobasının başındayken bir asker kardeşimiz gece iki kişinin geldiğini söyledi. Gece üçten sonra yatmıştık. Onlar da saat 04.00’e doğru gelmişlerdi. AFAD’a gidin demişler ve bizim çadır kampını bulmuşlardı.
“Kardeş kömeğine (yardımına)” geldiklerini söylediler. Kamp’ın sorumlusu Hoca’ya gittim, işi başından aşkındı. Eğer ona bırakırsam, kardeşlerimizin kırılabileceğini düşündüm. Yanıma alarak etraftaki enkazlarda çalışan Azerbaycan ekibini aramaya koyulduk.
Sabahın ışıklarıyla işe başlayan arama kurtarma ekipleri hummalı faaliyet içindeydiler. Her enkazın başındaydılar. Her köşe başında da çorba kaynıyor, çay demleniyordu. Türkiye’nin dört bir tarafından gelmişlerdi. Hiç kimseye kimsin diye sormadan el uzatmışlardı. 65 plakalı bir kamyon gördüm. Hakkari’den gelmişti. Diğer arkadaşları başka yerlerdeydi. Sarıldık. Şükran duygularımı ifade ettim. Gözlerim, gözyaşlarımın baskısına dayanamıyordu.
Azerbaycan ekibini bulduk ama onlar da karargâhlarına yönlendirdiler. Arabamı alıp iki kardeşimi şehrin 10 km kadar dışındaki merkeze götürdüm. AFAD’a teslim ettim. Onlar yeni kurulan çadır kentte görev aldılar. Devamlı da görüştük. Görüşmeye de devam edeceğiz.
Gerçekten de çok uzun günler yaşadık. Bir yanda artçı sarsıntıların tedirginliği sıradanlaşmıştı. Ama ilginçtir ki çok da çabuk geçiyordu. Istıraplar, güzellikler, duygulandıran manzaralar, görünür hâldeki gelecek korkusu… Günler birbirine eklendikçe endişeler farklılaşmaya, geleceğe dair ne yapılacağı düşünülmeye başlanmıştı.
Bu tip felaketlerde ölüm ve hayat öne çıkıyor. İkisi de yan yana, iç içe. Enkazın altında içe içe olan, enkazdan uzaklaştıkça azalıyor. Bitmiyor ama en azından ölüm daha görünmez hâle geliyor. Bütün her şey bir yana bırakılıyor ve insanı yaşatmak için canhıraş bir yarış yaşanıyor. Enkazdan uzaklaşan insanlar hayata tutunmaya çalışıyorlar.
Ben Maraşlıyım. Ailem ve memleketim için gittim. Anlayacağınız benimkisi sadece memleket hizmetiydi. Gönüllüler ve yardım getirenler vatan ve millet hizmetine koşmuşlardı. Yaptıklarını değerlendirmeye kelimeler yetmez.
Orada olduğum sekiz günün altısında arabada yattım. Birkaç gün ağabeyimin minibüsü gönüllülere ev sahipliği de yaptı. Uyumaya çalışırken hep kendimle hesaplaştım. Felaketin bütün ağırlığına rağmen insanlar küçücük bir şeyden mutlu da olabiliyorlardı. Bir kilo çay, yanına biraz şeker. Battaniye ya da kuru gıda… İhtiyacına kavuşunca ıstırabının hafiflediğini hissediyorsunuz. Telaşın yanında huzur da var anlayacağınız.
Denemek için bir kere çadırda yattığımda bu kadar üşüdüğüm başka bir gün olmadı sanırım. Daha katalitik sobalar gelmemişti (Ki sobalar pazar günü geldi ve dağıtıldı diye aklımda kalmış). Çadırda kalanları düşündüğümde iliklerime kadar ürperdiğimi hatırlıyorum.
Doğu Türkistanlı Uygur Türkü (hepsi de Türkiye Cumhuriyeti vatandaşı) ve Trabzon Büyükşehir Belediyesi çalışanı kardeşlerimiz kampı ve dışarıdan gelenleri doyurdular. Kızılay’ın karavanında ve Trabzonluların çadırında çay eksik olmadı.
Elbette yalnız onlar değildiler. Çorba kaynatan iki üç kişilik ekibe nereden geldiğini sorduğumda, Yozgat’tan cevabını almıştım. Almışlar malzemelerini, düşmüşler yola. Üçüncü gün oradaydılar. Çorbanın yanında kıyma da kavurdular.
Kimisi soğuk sandviç hazırlamış, kimisi helva ekmek ya da peynir ekmek ve yanında yumurta. Elazığ’dan kahvaltılık getiren kardeşlerimiz damdan düşmüşlerdi. Ne olduğunu biliyorlardı. “Yirmi bin (20.000) yumurta daha kaynıyor. Biz yetişirsek biz yoksa oradaki arkadaşlarımız getirecek” diyordu. İlk günlerdeki sıkıntının ne olacağını biliyorlardı, kendileri de yaşamışlardı.
Ankara’dan eski model arabalarının bagajına eline geçeni koyup gelen dört genç de beni çok etkiledi. Altındağ Çinçin’de oturuyorlardı. Birisi, kaybettiği küçücük bebeğinin hiç giyemediği elbisesini getirmişti. Poşete baktığımda en üstte altı küçük “eti puf” vardı. Benim zemberekler yine boşalmıştı. Sarıldık ve vedalaştık.
En başta dedim ya hepsi de “İki taş atmaya” gelmişlerdi. Kimi enkazın üzerindeki taşları attılar kimi gönüllerdeki yıkıntıları temizlemeye çalıştılar.
Onlar ve bu milletin yiğitleri askerler ve polisler… Unutulmaz hizmetlerine devam ediyorlar.
Göktürk Binbaşı, Murat ve Emre üsteğmenler, emirlerindeki askerler…
Polis memuru Samet ve arkadaşları…
Kamp’taki kargaşayı görünce hemen işe koyulan Özel Harekât polisi İbrahim,
Sabiha Gökçen Havaalanı’nda çalışan Ömer Burnazoğlu,
Özyeğin Üniversitesi’nde öğretim görevlisi Yunus Emre Taşkıran,
Adana’daki market sahibi Duran Turgut,
Narlı’da Av. Mehmet Ercosman,
İmran Tarkan, Hüseyin Önder ve kardeşi,
Atama bekleyen coğrafya öğretmeni Esma Parıldı (Kamp’ın prensesi),
Fatma Gün, Soner, Yakup, Enes Görgülü, Yasin,
Yahyalı’dan Ahmet Hoca ve arkadaşları,
Sinop’tan Erol Bey ile eşi, kızı ve gazi arkadaşı,
12 Şubat Spor Kompleksi’nin Tesis Amiri Atilla Dağ,
Enkazdan ona yakın kişiyi kurtaran AKUT gönüllüleri yeğenim Selçuk ve arkadaşı Çağlar,
Uzaklardaki kardeşlerimiz Ruslan ile Paşazade,
Ve tanımadığım daha niceleri…
Hepinize binlerce şükran…
7 Yorum