Yükleniyor...
Uzun zaman öğretmenlik veya idarecilik yapmış olan insanların acı kaderlerinden biri de ne kadar anlatırsan anlat, ne kadar gayret gösterirsen göster, yüzüne hep bön bön bakan, beyinleri boş teneke misali tın tın tınlayan; öğrenme, meslek ve ahlak bakımından bir arpa boyu yol almayan kimselerle uğraşmak zorunda olmalarıdır. Zekâlarının yetersizliğinden midir, inatçı mizaçlarından mıdır, vurdumduymazlıklarından mıdır, yoksa bilinmedik başka bir marazi tabiatlarından mıdır nedir, bu tür insanlara bir şey öğretmek asla ve kat’a mümkün değildir. Fakat her nasılsa böyle kimseler ilerleyen yıllarda cemiyete tepeden bakacak mevkilere ve servete erişme konusunda; işlerinde başarılı, aşlarında helalkâr, hal ve gidişi cemiyete yâr, her cihetten izzetli ve faziletli akranlarından çok daha mahirdir ve ahkâm kesmede sanki bulunmaz bir cevahirdir. Bu nadan taife mertlik hırkasından firak, ulvi değerlerden ve vatan mefhumundan ırak olup bütün maharetleri ya iftira, ya dalkavukluk, ya tezvirat ya da tuzaktır. Görklü Tanrım şol kimselerin şerrinden cümle Muhammed ümmetini emin, garip gurebanın ve gönül erlerinin nusretini keskin eyleye. Âmin!
Bu tür ademler kin, garaz, öfke, hiddet, şiddet, yalan, dolan, talan hususunda pek mahir olup mal mülk hırsları Karun diyarında dahi zahirdir. Kirli kalpleri, cüce beyinleri, pis nefesli ciğerleri velhasıl cümle azaları ağu ve zehirdir. “Allah bir, Kuran rehber, Muhammed son peygamber, dünya yalan, ahiret gerçek” desen bile sana inanmazlar da maazallah senin arı duru itikadın hakkında kendi ümeralarından ferman, üstatlarından berat-ı iman talep ederler. Zira bunlar için din cübbe, sakal, şalvar, sarık ve bet hitabettir; güzel ahlâk, rahmet, merhamet, adalet, liyakat, hak ve hukuka riayet, nezafet, nezaket, zarafet ve nezahet onlar indinde bir garabettir. Kelâm ilmi şirkten, fıkıh haramdan, hadis ilmi, ilm-i senetten, tefsir rivayetten, hayat elemden, gamdan; tarih siyasetten ve vesayetten, tasavvuf şeyhe ve hatta kabir ehline meyyit misali itaatten ibarettir. Onlar nazarında kadın taifesi hâşâ ya şeytandır, ifrittir yahut evde bulunması gereken bir hacettir. Netice-i kelam bunlar Osmanlı devrindeki nifak ve şikak ehli Kadızade taifesi misali din ve devlet, ilim ve medeniyet için tam bir musibettir. Yüce Tanrım cümle âlemi bu taifenin her türlü şerrinden emin eyleye. Âmin!
Bu taife dini siyasete ve ticarete alet etme hususunda öyle rakipsizdirler ki Makyavel bunlara çömez, Göbels tilmiz olamaz. Hele bir de hadiseleri tersyüz etme maharetleri vardır ki Muaviye’yi Hazret-i Ali, Yezid’i mukaddes bir veli, Hüseyin efendimizi haşa saltanat müptelası deli diye takdim etmekten hicap duymazlar. Ribaya işlerine gelirse helal, işlerine gelmezse haram derler, devlet malını ganimet, vakıf akarını nimet bilip aksırıncaya, tıksırıncaya kadar yerler, günahlarının affı için her yıl umreye giderler, lakin döndüklerinde her türlü fıskufücura yine devam ederler. Çünkü kendileri de bilirler ki kibirleri Kaf dağını aşmış, zaafları arşa ulaşmış; şehvet, şöhret ve şevket ihtiraslarından kantarlar bizar; Freud, Neron ve Max Weber bikarar olmuştur. Velhasıl sureti haktan görünmelerine rağmen dünyevi hırslarında böyle muannit, laf cambazlığında böyle ifrit kimselerdir. Kadir Mevlam tez zamanda cümlesini ıslah etsin. Âmin!
Bu âhir zaman dinbazlarının tek sermayeleri, siyaset ve ticaret emrine verdikleri din ile milleti sırım gibi gerdikleri kindir. “Bize akıl gerekmez, zira akıl iblisin hüccetidir; biz nakil mucibince amel ederiz” derler. Peki dersiniz, Kuran’dan saf dürrügüher misali ayetler getirirsiniz, bu sefer de “bir tane hadisin olduğu yerde bin tane ayet getirseniz dahi bu, itikadımızca kabul ve makbul olmaz, illa da hadis isteriz” diye tuttururlar. Zanlarınca kendi divaneliklerini size yuttururlar. Hâl böyleyken Kütüb-i Sitte’de konuyla alakalı ne kadar hadis varsa tarar, devşirir, önlerine koyarsınız, münakaşa ve müzakere kapısını ardına kadar aralarsınız. O zaman da “siz fıkıh ulemasına nazar etmemişsiniz, siz kim oluyorsunuz da kendi kafanıza göre hüküm çıkarırsınız ve bu suretle üstatlarımızı haset, dinimizi ifsat edersiniz” diye ahkâm keserler, her tarladan bir kesek alıp ya celallenip eser, ya divane misali kös kös küserler. Böyle garip halleri vardır ki Ulu Tanrım amellerince muamele etsin. Âmin!
Bu kimseler Allah’ı, dini ve cenneti sadece kendi tekellerinde gördükleri için kendilerinden başkalarını envaiçeşit damgalarla kâfir, zındık, münafık, mülhit, müfsit, fâsık diye renk renk, biçim biçim damgalarlar. Amelde mezhebimiz Hanefi, itikatta imamımız Maturidi derler amma tuttukları yol, güttükleri dava itibarıyla maazallah her ikisinin de ruhlarının muazzep olmasına kâfidir. Zira kabuk değiştirmiş selefilerdir. Mesela Ebu Hanife büyüğümüz: “Bir insanın küfrüne dair dokuz yüz doksan dokuz, imanına dair sadece bir emare olsa bu bir delile itibar edilir, gerisini Yüce Rabbimiz bilir” derken, bu hafi selefiler bunun tersiyle amel ve kendilerinden başka herkesi kâfir, ya da günahkâr ilan ederler. Kendileri sanki birer Kubbealtı kadısı ve yüzlerce yılın Kureyş hacısı; bizler ise ya onların mevalisi, ya da Ortaçağ cadısıyız. Kendilerini her şeye kadir ve muktedir görür, âlemin rızkını kendilerinin verdiklerini söyleyip herkesten mutlak itaat ve kulluk talep ederler. Onun için güya hiçbir şeyden, hiçbir kimseden korkmazlar; hep hiddetli ve şiddetlidirler. Kadir Mevlam haddini bilmezlere haddini bildirsin. Âmin!
Bunların cümle kisbi kârı her fırsatta kadınları aşağılayan laflar atmak ve medeni hayata dil uzatmaktır. Onların nazarında insan kemikle ettir, kadın dahi hâşâ ve hâşâ kuluçka makinesinden ibarettir. Bedevi Araplar misali bütün dertleri çocuk yaştaki kızları bir erkeğin boyunduruğu altına dâhil, gençleri câhil bırakıp istikballerini ve istiklallerini çapul etmektir. Gümanım odur ki ahirette cennet, cennette huri olmasa bunların hiçbiri namaz niyaz bilmezler, bir vakit dahi camiye gelmezler. Kendileri, kızların ve kadınların evden çıkmasını münasip görmezler, okuyup doktor, hemşire olmasına dahi izin vermezler. Zavallı müminleri ve müritleri pahalı muskalarla, okunmuş sularla, otlarla, çöplerle tedavi etmeye kalkar, yalan söylerler, lakin kendilerine bir şey olsa ahlayıp oflayıp hemen özel hastanelere koşarlar. Zira hem mürai, hem tüccar, hem de Karun kadar zengin kimselerdir. Bilhassa ramazan ayı gelince her biri çuval dolusu paralar karşılığında bir televizyon köşesinden ahkâm keserler; sadece ahkâm kesmekle kalmaz lafla komşularını asarlar. İşte kadınlı erkekli bedevi tavırlı, selefi kahırlı bu fırka, ümmeti Muhammed’e böyle kin ve nefret kusarlar. Esasen aklı, sevgiyi, güzelliği, cemâli, kemâli inkâr eden; beyin, gönül ve hikmet fukaralarından ne beklenir? Velhasıl böyle şeni adetleri ve böyle deni üslupları vardır. Tek sahibimiz, tek sultanımız yüce Yaradanımız, bizlerin ve onların kendi kızlarını, kızanlarını nur yüzlü oğlanlarımızı ve oğlanlarını bunların şerrinden emin eylesin. Âmin!
Kendilerini suret-i haktan göstermede pek maharetli olan bu taifenin başka bir vasfı da Türk sözünden korkmaları ve ümmetçilik kisvesi altında Türk düşmanlığı yapmalarıdır. Bunların nazarında Araplar kadar asil, Türkler kadar rezil bir kavim yoktur! Zaten eskilerin dilinde de Arap’ın adı “kavmi necip”, Türkün sıfatı “Etrak-i bî-idrak” olmuştur. Osmanlı devletini kurarken can, imparatorluk yaparken şan ve her aşamada ve bilhassa son asırlarda kan vermek hep Türk’e düşmüş. Bu sebeple bütün Avrupa Osmanlı’yla Türk’ü, Türk’le de İslam’ı özdeş görmüştür, fakat buna rağmen Türk adı kendi öz topraklarında hep hor görülmüştür. Daha da acısı 20. Yüzyılın başına kadar Türk’ün adı dahi olmamıştır. Beylik kurulurken neseplerini Oğuz Han’a dayandıranların torunları gün geçtikçe bu kültürden uzaklaşmış, en sonra da işgal altındaki İslâm topraklarını düşman işgalinden Türklük bilinciyle kurtarmak için canla başla çalışan Milli kuvvetlerin canlarını ve başlarını almak için fermanlar, fetvalar çıkarmışlardır. Vatan hainlerine imkânlar sunulmuş, İslâm’ın iffetini, namusunu kurtarmak isteyenlere kelepçeler vurulmuştur. Rabbime şükürler olsun ki gök bakışlı börüler sayesinde sonunda vatan toprağı düşmanlardan temizlenmiş ve bütün İslâm ülkeleri arasında en güçlü, en medeni ülke olan yeni bir Türk devleti kurulmuştur. Ama İstiklal Harbi günlerinden kalma doğrudan doğruya Amerikan, İngiliz mandacıları “falanca, filanca teali / muhipleri cemiyeti”lerinin sulbünden gelme örgütlerin Türk milletine karşı nefretleri hep devam etmiştir. Kadir Mevla’m manda sever böyle müptezellere bozkurtlar karşısında fırsat vermeye. Âmin!
Selefi kılıklı bu taife Türk devletiyle ve Türküm diyen herkesle o günden beri hep kavgalı, fakat her ne hikmetse İngilizlere ve Yunanlılara karşı sevdalı olmuştur. Bu yolda her türlü tezviratı yapmayı, yalan ve iftirayı cihat bilmiştir. Bunların tımarhaneden raporlu akıldaneleri her fırsatta ve herkesin huzurunda “Keşke Yunan galip gelseydi” demekten hayâ duymamıştır. İngiliz Muhipleri Cemiyeti üyesi İskilipli Atıf: “İslam’ın kilidini İngilizler koruyacak” derken, Said-i Nursi daha sonraki yıllarda bile Amerika’ya dindarlığı ve İslamiyete yaklaşımları sebebiyle iltifatlar yağdırmıştır. Nitekim onun müritleri de Amerika’yı İslam dünyasının koruyucusu olarak gördükleri içindir ki onun adına Türk devletine karşı 2016’da ihtilale yeltenmişlerdir. Ne gariptir ve acıdır ki, hangi renkten, hangi tondan ve dondan olursa olsun Türk düşmanları kendilerine her zaman her kesimden taraftar bulabilmiştir. Ya da “sen Türküm dersen, başkaları da ben de falan veya filanım diye başlayan çıkışlar yaparlar” diye savlar ileri sürmüşlerdir. Ve daha da ileri giderek Türk kimliğini basitleştirmek ve değersizleştirmek suretiyle diğer bölücülüklere yer açmak için “Türkçülük bölücülüktür ve haramdır” diye Dürrizade ve Mustafa Sabri usulünde Türklüğün idam fetvasını vermişlerdir.
Belki bunlar idrak edemezler ama bunların fikir üstatları Türk milliyetçiliğinin bölücü değil, birleştirici, saldırgan değil uygar, durağan değil atılgan olduğunu gayet iyi bilirler. Bunun en bilinen örneği Türk İstiklal harbi, devamındaki zinde Cumhuriyet ve bunun hemen ardından gelen uygar faaliyetlerle barışçı anlaşmalar ve paktlardır. Korkuları bundandır. Zira Türk milliyetçiliğinin hüküm sürdüğü bir ortamda tarikatlar, cemaatler ve cehalet milli bütünlüğü zedeleyecek fırsatı bulamayacak, aşiretler, boylar, kabileler, kavimler milli birliğin bir unsuru haline geleceklerdir. Türklüğe her fırsatta saldıranların diğer bir endişesi de milliyetçiliğin devletin ilerlemesinde ve medeniyet yaratmasında en büyük enerji olmasıdır. Esasen Türk milliyetçiliğine karşı çıkanların hareket noktası, muzır unsurların, patronları hesabına yapmak istedikleri bölücülük hülyasıdır.
Siyasi İslamcıların gözden kaçırdıkları veya hiç farkına varmadıkları başka bir gerçek de şudur: Dinlerin güçlenip yayılması ve medeniyet yaratabilmesi ancak bir asabiyetle yani kan ve kültür bağı üzerine bir araya gelmiş büyük topluluk (aşiret, boy, ur, uruk, kabile, kavim, millet) ile bütünleşmesi sayesinde mümkün olmuştur. İbn-i Haldun’un çok iyi tespit ettiği bu gerçek, tarih boyunca hep böyle hüküm sürmüştür. Nitekim Yahudilik İbrani; Zerdüştlük Sasani/Pers; Ortodoks Hristiyanlık Bizans yani Roma; Katolik Hristiyanlık İtalyan ve İspanyol; İslam ise önce 7-9. asırlarda Arap, 11. asırdan sonra da Türk bayraktarlığında kendilerini daha kuvvetli hissettirmiştir. 19. Yüzyıldan itibaren de Protestan Hristiyanlık Amerika güdümüyle ivme kazanmıştır. Ve yine şu da bir gerçektir ki etnisite, yani kabile ırkçılığı milliyetçiliğe de İslâm’a da aykırıdır.
En önemlisi, bir nesep ve kültürel aidiyet meselesi olan Türklük ile dinsel aidiyet meselesi olan İslamiyeti aynı kategoride görüp birbirinin alternatifi ve zıddı olarak takdim edip, gençlerin kafalarını bulandırmaya çalışmalarıdır. “Türklükten ve Türklerden ne zarar gördünüz ki Türklüğe bu kadar kin besliyorsunuz?” diye sorsan hiçbir cevap veremez, tarihten hiçbir delil getiremezler. Tek bildikleri şey “İslam kavmiyetçiliği yasaklamıştır” ifadesidir. “Hangi âyet, hangi hadis?” diye sormanız halinde, afallarlar ve işi demagojiye dökerler.
Şunu da dikkate almak gerekir: Milliyetçilik bir milletin var olma refleksi ve vücudun bağışıklık sistemidir. Onun için yabancı bir tehlikeye karşı tepki vermek, milliyetçiliğin tabiatında vardır. Bütün canlıların kendilerini koruma içgüdüsü olduğu gibi hangi seviyede olursa olsun bütün insan topluluklarının ve devletlerin de varlıklarını devam ettirme mekanizması vardır. Kan ve ortak kültür bağları ile bir araya gelmiş olan alt katmanlardaki toplumsal oluşumlar da insan vücudunu teşkil eden kol ve bacak gibi bütünün bir parçası olarak kendi varlıklarını koruma içgüdüsüne sahiptir. Fakat bütün bunlar belli bir nizam ve bütünlük içinde işlerler. Bunun dışına çıkan oluşumlar kanser hücreleri gibi anormaldir ve hem kendisi, hem de bütün organizma için tehlikelidir. Devletlerin ve milletlerin işleyişi de böyledir. Bu sebeple “önce can” anlayışı milliyetçiliğin en temel gerçeklerinden biridir ve hukuktaki nefsi müdafaa gibidir. Nitekim içinde bulunduğumuz korona salgınında bu hakikat, ülkelerin sınırlarını yabancılara kapatmak, gıda ihracını kontrol altına almak ve hatta bir ülkeden başka ülkeye gönderilen sağlık malzemelerine havaalanında el koymak şeklinde tezahür etmiştir.
Bütün bu hakikatler gün gibi meydanda iken, karşınızdakilerin şartlanmışlığı yüzünden, konuları bir akademisyen ciddiyeti ve metodu ile ele alıp nakkaş titizliğiyle işlemek acaba boş bir gayret mi olur diye düşünüyor insan. Onun için bunlara nasıl ve hangi delillerle hitap etmek gerektiği konusunda insan zorlanıyor. Hangi dilden nasıl bir üslupla konuşmak gerek, onu tayin etmek de kolay olmuyor. Aslında aklı delil olarak kabul etmeyen, kalbinde hak ve hakikat duygusu yer bulmamış, hür birey olamamış, bedevi zihniyetin esaretinden kurtulamamış, hadisi âyete, üstat kelamlarını ise her ikisine birden tercih eden kimselere karşı hiçbir delilin ve nasihatin fayda getireceğinden de emin değilim. Ama Türk milliyetçiliğine yapılan saldırının ne kadar mesnetsiz olduğunu bir kez daha hatırlatmak sorumluluğu ile yine de bir şeyler yazmak gerekir diye düşünüyorum.
Her şeyden önce şunu belirtelim ki tarihe mal olmuş Türk milletinin karakterine ve Türk milliyetçiliğinin aleyhine bir tane bile âyet veya hadis göstermek mümkün değildir. Kaldı ki Türk milliyetçiliği için yaftalanmak istenilen kavmiyetçilik, ırkçılık, asabiyetçilik Türk’ün olduğu yerde yetişmez. Onun nasıl bir şey olduğunu anlamak için Hz. Peygamber ve onu takip eden kısa bir zaman hariç, Arap tarihine ve coğrafyasına bakmak gerekir. O zaman Emevilerin, Arap olmayan herkese köle muamelesi yaptıkları, Arap’tan başka hiç kimseyi idareci yapmadığı, hatta dini bile kendi siyasetleri uğruna şekillendirdikleri ve Kuran sayfalarını iğrenç siyasetleri için nasıl mızraklarının ucunda fırlattıkları hemen görülecektir. Sonra Avrupa’ya geçip İspanyol, Portekiz, Fransız, İngiliz, İtalyan, Rus ve hatta Belçika ırkçılığına göz atmak gerekir. Hitler Almanya’sının yaptığı ırkçılığı ise söylemeye hacet yok. Çin şovenizmi ve zulmü ise herkesin malumudur. Diğer ülkeleri saymaya hiç gerek yok. Ama Türk tarihinde ve coğrafyasında böyle bir delil arayanların elleri boşta kalır. En başta bunu bilmek icap eder. Tarihi, şarlatanlardan değil gerçek tarihçilerden öğrenmek ise namus borcudur. Ve tarihi karşılaştırmalı okumak gerekir ki, milletleri milletlerle, olayları olaylarla, dinleri dinlerle, kültürleri kültürlerle karşılaştırmak mümkün olsun. Yoksa çıkar biri dinin karşısına milliyeti koyar ve “Türk müsün, yoksa Müslüman mı?”, ya da “Bir Türk’le bir Müslüman denize düşse hangisini kurtarırsın?” diye ahmakça sorular sorabilir. Bakarsın soru sorduğun o Türk “denize düşen Türk’ü de Müslüman’ı” da kurtarıp bu sorunun sahibini denize atar. Ve sonra, “Allah sadece Müslümanların değil, bütün âlemlerin Rabbidir” der ve bundan sonra aklını başına alacağı umuduyla bu soruyu soran kişiyi denizden çıkarır. Türk’ün din, insan ve milliyetçilik anlayışı işte budur. Tarih boyunca bu böyleydi ve hâlen de aynıdır. Çünkü Türkçüler insanların yeryüzünde bozgunculuk çıkarmak için değil, uygarlık kurmak için yaratılmış değerli varlıklar olduğuna inanırlar. Aksini düşünenler ancak bedevi zihniyetli kimselerdir. Bu zihniyetteki kimseler tarih boyunca uygarlık dini İslâm’ın ayak bağı ve yüz karası olmuşlardır. Bu, günümüzde de hiç değişmemiştir.
Dünyada ister devlet eliyle, ister sivil olsun kültür veya ideolojik anlamda örgütlü milliyetçiliğin en son ortaya çıktığı ülke belki de Türkiye’dir. İbn-i Haldun’un gayet isabetle belirttiği üzere Bedeviliğin tabii bir uzantısı olan Arap ırkçılığı ise hayat tarzı ve diğer uluslara bakış biçimi olarak zaten hep var olmuştur. Irkçılığın en önemli karakteri kültürel asimilasyon ve soykırımdır. Bunların birincisinin Türkler arasında hiçbir zaman mevcut olmadığını herkes bilir. Ermeni meselesinde olduğu üzere, belgelere dayalı gerçek tarih değil de Ermeniler ve emperyalist güçler adına konuşanları insafa çağırmaktan başka elbette yapacak bir şeyimiz olamaz. Ve yine Türklerde bütün tarih boyunca var olan vatanseverliği ve hür yaşama iradesini ırkçılık ve bölücülük olarak görenleri de Allah’a ve onun âyetlerine havale etmekten başka ne yapabiliriz?
Kuran’da Arapları ağır şekilde suçlayan onca ayet olmasına rağmen bunu yüksek sesle dile getirmek hiçbir Türk tefsircinin aklına gelmemiştir. Ya bunun tersine, aynı mahiyette Arap değil de Türk ismi geçmiş olsaydı kim bilir bedevi zihniyetteki Kuteybe bin Müslim benzeri kimseler Türklere daha ne zulümler yapardı? Türklerle hiç ilgisi olmadığı halde Kuran’da geçen Ye’cüc ve Me’cüc sıfatını hemen hemen bütün tefsirciler Türklere yaftalamaya çalışmadı mı? Ya da üç halifeyi ve Peygamberin torunlarını şehit edenler arasında bir tane Türk bulunsaydı eminim ki Türk ırkını yeryüzünden silmeye kalkarlardı. Üstelik Mâide suresinin 54. âyetinde doğrudan doğruya sahabeyi veya onlardan hemen sonra gelecek kimseleri ikaz edip yerlerine başka bir kavim getireceğini belirten şu ifadeler varken! (5. Mâide, 54)
Ey iman edenler!
Sizden her kim dönerse dininden (bilsin ki) Allah, öyle bir kavim getirecektir ki Allah, o kavmi sevmiştir, onlar da O’nu sevmiştir gerçekten; onlar mü’minlere karşı alçak gönüllü, müşfik ve kâfirlere karşı onurlu ve zorludurlar. Onlar Allah yolunda vuruşurlar, cihât ederler ve kınayanın kınamasından etmezler keder. İşte bu, Allah’ın dilediğine verdiği bir nimet. Ve Allah’ın lütfu, ilmi geniştir elbet.
Bu âyette geçen dinden dönecek kimselerin yerine getirilecek olan topluluğun Arapçada “kan bağıyla birbirine bağlı topluluk” anlamına gelen “kavim” kelimesiyle karşılanmasına ve bu kavmin ayetlerde geçen sıfatlarına Türk-Arap karşılaştırması açısından bilhassa dikkat çekmek gerekir. Bu ayete tarih perspektifinden baktığımızda karşımıza hangi olayların ve hangi kavmin çıktığını da düşünmek gerekir. Yoksa ayetin altı boş kalır. Yine konumuzun burasında Buhari’nin Tarih-i Kebir, Ahmed b. Hanbel’in Müsned ve Hâkim’in Müstedrek isimli kitaplarında geçen İstanbul’u fethedecek komutanla askerleri müjdeleyen ve Hz. Peygamber’e atfedilen sözü de hatırlatmak icap eder. Onun için Türk milliyetçiliği hakkında söz söyleyecek kimselerin ve onda ırkçılık, kavmiyetçilik, bölücülük arayacak kimselerin Hucurat suresinin 13. ve 14. âyetlerini de mutlaka dikkate almasını tavsiye ederiz.
13) Ey insanlar, muhakkak ki sizi Biz irfan ve kültür alışverişi yapmanız için[1] (li-teârefû) bir erkekle bir dişiden yarattık ve kabileler, milletler hâlinde var ettik şüphesiz. Allah katında sizin en şerefliniz, sorumluluğunu bilendir, sorumluluğunu bilen. Ve Allah hakkıyla bilen, haberi olandır (her şeyden).
14) Araplar, “iman ettik” dediler. De ki: “Hayır, siz iman etmediniz,fakat ‘İslâma (zâhiren) girdik’ deyiniz.Çünkü iman kalbinize girmemiştir henüz.”
Yukarıdaki âyetten anlaşıldığına göre insanlar bir tek ümmet veya millet olarak değil, farklı topluluklar halinde var edilmiştir. Bunun da sebebi insanların farklı kültürler yaratarak bunları birbirine takdim etmesi, böylece hayvanlardan farklı olan akıl ve irfan sahibi olmalarının gereğini yerine getirmeleridir. Allah’ın, insanı yaratmadaki maksadı budur ve bu, aynı zamanda insanın yaratılışını konu alan Bakara suresinin 30. âyetinde meleklerin konuyu kavrayamayıp Allah’a sorduğu: “Sen yeryüzünde kan döküp fesat çıkaracak kimseler mi yaratacaksın?” sorusunun da cevabıdır. Âyetin sonundaki “Allah katında en şerefli insanın takva, yani sorumluluk ve bilinç sahibi kimselerin olduğunun” bildirilmesi de bu kabile ve millet hissinin hangi yönde şekillenmesi gerektiğini göstermektedir. Kendi milletine olduğu kadar insanlığa karşı olan sorumluluk duygusu ile yapılan her türlü milliyetçilik tabii ve Kuranî bir milliyetçiliktir. Bu ayetlerden anlaşılan budur. Ve ideal olan da budur. Buna hangi milletlerin ve devletlerin nasıl yaklaştığının şahidi ise yukarıda kısmen değindiğimiz gibi tarihtir.
Böyle bir milliyetçilik hem kendi milletine ve devletine, hem de tüm insanlık âlemine çok şey kazandıracaktır. Çünkü toplum kanunları açısından olduğu kadar insan fizyolojisi, psikolojisi ve davranışı için de doğru olan budur. Nitekim insan beyni üzerine yapılan çalışmalar bunu göstermektedir. Robert Sapolsky isimli bir biyolog ve nörolog[2] yaptığı deneylerde milliyetçiliğin insanın kendisini korumaya dayalı bir refleksin sonucu olabileceğini işaret etmektedir. Yazar, “Milliyetçilik Hakkında Beyniniz Budur” adını taşıyan makalesinde özetle şunları söylemektedir:
DNA’ları insanınkilerle %98 oranında uyuşan şempanze beyni üzerinde yapılan deneylerde şempanzelerin “biz” ve “öteki”ni hemen ayırt edebildikleri görülmüştür. Buradan hareketle insan beyni de dünyayı “biz”, yani dost ve “öteki” yani düşman olarak ikiye bölerek algılamak temayülündedir. Fakat bugünün “öteki”si yarının “biz”i olabilir. İnsan beyni, grup üyeleri ile grup dışındakileri bir saniyeden çok daha az bir zaman içinde ayrıştırarak birincilere dost, ötekilere düşman muamelesi yapmamız için bizi yönlendirir. Bu ön yargılar otomatiktir, bilinçsizdir ve insanın başına buyruk olduğu genç yaşlarında ortaya çıkar. “Onlar” yani “öteki” algısı beyindeki amigdala denilen bir organı saniyeden daha az bir zaman içerisinde aktif hale getirir. Bir veya iki saniye içinde de beynimizin prefrontal cortex kısmı amigdalayı sakinleştirir. Mesela Amerika’da yaşayan bir kimsenin beyni Arap kıyafeti giymiş kimseleri onları hemen “öteki” olarak görür ve terörist olarak algılar. Benzer şekilde, “biz” hissi de fusiform cortexin faaliyeti sebebiyledir. Bu, yabancı bir ülkede bir Nepallinin başka bir Nepalli ile karşılaşması ile meydana gelen duygu benzeri bir şeydir.
Bu araştırmadan çıkan sonuca göre insan beyni insanı korumak için, karşılaştığı kimseleri hemen dost veya düşman olarak sınıflandırmakta, ondan sonra da ona karşı uygulanacak hareket tarzını tayin etme işine girişmektedir. Yazarın bu tespiti sadece insanlar için değil, devletlerin ve milletlerin hareket tarzı bakımından da çok önemlidir. İnsanın kendi fiziki ve ruhsal varlığını koruması için beynin otomatik olarak ve çok süratli şekilde yaptığı bu dost/düşman değerlendirmesinin eyleme dökülmesi aşamasında insanın çok donanımlı, maharetli ve akıllı olması gerekmektedir. Bu durum yukarıda anlamını verdiğimiz Hucurat suresinin 13. âyetinin sonunda geçen “takva” (sorumluluk, Allah’a ve insanlara, insanlığa karşı sorumluluk, bilinç, Allah korkusu) kelimesi ile bire bir örtüşüyor denebilir. Eğer beynin yaptığı bu tespit yeterli ve doğru şekilde işlenip yürürlüğe konulmazsa birey olarak pısırık, korkak veya tam tersine zalim, gaddar oluruz. Aynı şekilde devletler ve milletler de düşman karşısında ya aciz ve teslimiyetçi yahut da istilacı, asimilasyoncu ve sömürgeci olur. Bu noktada tarihin şahitliğinde Türk milliyetçiliğinin ve vatanseverliğinin bu tür olumsuzluklarla ilgisinin olmadığını söyleyebiliriz.
Şunu da itiraf etmek gerekir ki, Türkiye İkinci Dünya Savaşı’ndan bu yana, çok ciddi beyin travması geçiren bir insan görünümündedir. Zira ne dostunu düşmanını ayırt edebilmekte, ne de bunlar hakkında isabetli karar verip uygulayabilmektedir. Bunun en bilinen üç örneği sözde Ermeni soykırım iddiası, PKK güdümündeki etnik bölücülük ve Fetullahçı terör örgütüdür. Devletimiz her üçünde de ya tehlikeyi zamanında hissedememiş, ya da bunlara karşı tedbir almakta gecikmiştir. Belki de her ikisi birden olmuştur. Eğer devletin ideolojisini ve hareket tarzını Türk milliyetçiliği tayin etmiş olsaydı, ülkemiz bu tür belalara maruz kalmayacaktı. Şimdi bu belalar henüz halledilmediği gibi, cahiliye Arap kökenli bedevi zihniyet (Kuranî ve Nebevî İslam değil) ve cehaletin kutsanması gibi iki yeni tehlike daha bunlara eklenmiş vaziyettedir. Yakında bunların meydana getireceği tahribatlar onlardan hiç de aşağı olmayacaktır.
Sonuç olarak, vatan ve millet sevgisi, yani milliyetçilik insanların kendi varlıklarını, tarihlerini, geleceklerini, kültürlerini, onurlarını ve menfaatlerini koruma refleksidir. Bu bir doğa kanunudur ve bu yolda en büyük enerjidir. Kuran-ı Kerim’in mesajları da bu yöndedir. Bu sebeple Türk milliyetçiliğini yok etmeye çalışmak, Türkiye Cumhuriyeti devletine, bütün Türklüğe ve hatta İslam’a yapılmış en büyük kötülüklerden biridir.
[1] Bu âyette geçen kilit kavramlardan biri de “li-teârefû” sözüdür. Bu kelimenin kökü “ayın-ra-fe” olup Türkçemizde de mevcut olan ve “kültür” manasına da gelen “irfan” kelimesinin kökü ile aynıdır. Mevcut mealler bu kelimeyi genellikle “bilişmek” ve “tanışmak” diye açıklarlar. Bu anlamlandırma yanlış olmamakla birlikte eksiktir. Evet, bu kelimenin Arapçasında bu anlam vardır ama bireysel anlamda bu, böyledir. Fakat toplumsal olarak insanlar birbirleriyle kültürleri vasıtasıyla anlaşırlar. Dolayısıyla Tanrı, bu ayetle insanlara kültür farklılıklarının bozgunculuğa değil, her bakımdan zenginliğe vesile kılınması gerektiğini işaret etmektedir. Mesela ülkelerin mutfak kültürü ve bunun tanıtılması gibi.
[2] Robert Sapolsky, “This Is Your Brain on Nationalism”, Foreign Affairs, vol 98, number 2 (March-April 2019) s. 42-47; İskender Öksüz https://millidusunce.com/misak/milliyetciligin-altin-cagi/