Yükleniyor...
Sorgulama kültürü olan ülkelerde “Neden bugündeyiz?” (fevkalade durumlarda ise “Neden bugüne geldik?”) sorusuna cevap aramak rutin işlerdendir. Problemlerin çözümü için ilk önce belirlenmesi gerekir. Bizim ülkede de problemi belirlemek için uzağa gitmeye, araştırmaya gerek yoktur. Kendisi sizi bulacaktır. Dükkâna pazara çıktığınızda anormal pahalılıkla karşılaşacaksınız. Devlet idarelerine girdiğinizde anlaşılması zor bir kibirlenme göreceksiniz. Haber alma ihtiyacı ile yerli TV kanallarını açtığınızda ucuz yalan ve yaltaklığı görmemek için aklınızı kiraya vermeniz gerekecektir. Ya da Karabağ hakkında hoş bir şey işitmek istediğinizde ikili işgali görmemek, ülkeyi tehdit eden tehlikeleri anlamamak için ya ücretli trol olmalısınız ya da zır cahil…
Bu yazının amacı ahuzar etmek değildir. Günümüzün sayısız problemlerinin nedenini ortaya koyan ve çözüm yollarını tahmin eden bezdirici düşünceleri bir daha tekrar etmek hiç değildir. İlmîliğine ve objektifliğine inandığımız millet-devlet (ulus-devlet) teorisini ve dünya pratiklerini göz önünde tutarak, kendi hâlimize ağlamayı teklif ediyoruz1. İddialıdır, ama yalan da değildir: Ülkede otoriter hâkimiyetin katılaşması ve siyasette tıkanma olmasının nedeni, devletin milletin yanında olmamasıdır. Başka türlü diyecek olursak devletin, milleti yanına değil karşısına almasıdır. Buradan da millet-devlet bütünlüğünün, biraz daha sadeleştirirsek – millî birliğin yokluğu gerçeği karşımıza çıkıyor.
Devleti temsil eden hâkimiyettir/iktidardır. Bu hâkimiyetin de otoriterliği tek muhalefet için değil, herkes için besbelli bir gerçektir. Her defa baktığımda utandığım, ama mevcut kaynaklar içinde en objektif olanına göz atalım. Freedom House’un 2020 yılı2 için yenileştirilmiş en son durum değerlendirmesine bakalım. Demokratikleşme sürecinde Doğu Avrupa’nın 29 devleti arasında Azerbaycan, Özbekistan’la 27-28. sırayı paylaşıyor. Sondaki Türkmenistan’dan farkı cüzidir. Demokrasi indeksi (DS) toplamı 1,14; demokratikleşme faizi 2, kalan parametreler (millî demokratik idarecilik, seçki sistemi, vatandaş cemiyeti, bağımsız medya, yerli demokratik idarecilik, bağımsız mahkeme sistemi, yolsuzluk) üzere göstergeler (en yüksek 7) uygun olarak çok aşağı, esasen 1,0’dir3. Demek ki 30 yılda demokratikleşme sürecinde 2 adım ilerleyebilmişiz. Gelin hesaplayalım: Estonya durup bizi gözlemlese, onun şimdiki seviyesine (demokrasi indeksi 6,07; demokrasi faizi 85) ulaşmamız için ne kadar zamana ihtiyacımız olacak? Ya da şimdiki oturmuş otoriter rejim kategorisinden çıkıp oturmuş demokratik devlet (5-7 arası) olmamız için ne kadar kaç yıl gerekli olacak? Hiç retorik soru değildir. Bu, demokratik hareket çıkmaza girmiş demektir. İflas etmiştir de denebilir. Peki milletleşme sahasında durum nasıldır? 30 yılda hangi seviyeye ulaşmışız?
Yanlış yol
1980’lerin sonlarından itibaren Azerbaycan’da siyasi fikirdeki ümitler şu maddelere bağlanırdı:
Artık tarih olmuş Ebülfez Elçibey hâkimiyeti (1992-93) bugün de milletçi hâkimiyet sayılmaktadır. Hâlbuki, hâkimiyette temsil olunmuş yüksek rütbeli şahısların ekseriyeti (Başkan Elçibey’den başka) liberal düşünceli ve davranışlı şahıslar idi. Onlar millî harekât dalgasında hâkimiyete gelmelerine bakmadan, millet ve milletçiliği gerilik alameti sayardı. Sovyet döneminin fikir taşıyıcıları (Homo Sovieticus) olarak pek çoğu millet sözünü dile getirmekten utanırdı. Milletle halk arasında önemli farkın olması kabul edilmiyordu. Bununla, 1992-93’de sosyal hayatın millîleşmesi istikametinde bir sıra mühim kararlar vermek mümkün oldu. Bu sıraya Türk dilinin devlet dili olarak yeniden resmileştirilmesini, soyadı sonlarının ıslahı kararını, Sovyet değerlerinden arınmış yeni ders kitaplarının basımı, ilim ve tahsil sahalarında millîleşmenin başlamasını… vb. dahil edebiliriz. Belli olduğu üzere bu ürkek milletleşme süreci uzun sürmedi.
Millet, milletçilik, millet kuruculuğu hakkında ilmî bakışların yaygın olmaması, yeni Haydar Aliyev hâkimiyetine 1993’ün haziranından sonra ideoloji sahasında teşebbüsü ele alma imkânı verdi. Hâkimiyete geri dönen komünist isimlendirme, eski ideoloji değerlerini kendisiyle birlikte getirdi. Yeni hâkimiyet, eskisini ideoloji yönünden gözden düşürdüğü için yeni millî idea (dikkat!) arayışına çıktı. AXC hükümetinin ideolojik temellerini yıkmak için Türkçülüğü itibarsızlaştırmak gerekiyordu.
Ramiz Mehdiyev’in malum “Türkçülük Tarihin Gözü İle” yahut “Millî İdea Eserlerin Kavşağında” makalesi4 ile başlayan ve bundan sonra başka yazarların Azerbaycancılık mevzusunda kitap ve makaleleri ile davam eden faaliyetlerin esas maksadı önceki dönemde çok popüler olan Türkçülüğe/milletçiliğe karşı yeni millî idea (!) ortaya atıp, onu cemiyete kabul ettirmekti. Hâlbuki, milletçilikle (Türkçülükle) vatancılığın, devletçiliğin (Azerbaycanlılığın) birbirine karşı koyulması doğru değildir. Bu, anlayışların tabiatına zıttır. Çünkü onlar ayrı ayrı, otonom anlayış ve cereyanları ifade etmelerine bakmadan, birbirini tamamlıyorlar. Bu görüşe karşı koymanın en az bir sebebi vardı: Esasları kurulan otoriter rejimin siyasi maksadı yalnız muhalefetteki güçleri değil, bütün milleti siyaset sahnesinden vurup çıkartmak idi. Bunu da hayli derecede başarabildi. Devletin temsilcisi olarak iktidarın milleti siyaset dışı bırakması tezi üzerinde kısaca durmak gerekir.
1995’in Kasım ayında kabul edilmiş Azerbaycan Cumhuriyetinin yeni Anayasasının/Konstitusiyasının birinci maddesi “Azerbaycan Cumhuriyetinde devlet hakimiyetinin yegane kaynağı Azerbaycan halkıdır.” Bu beyana bakmayarak 1995 Anayasası otoriter rejimin kurulmasının hukuki esaslarını yaratmış oldu. Devlet başkanına fevkalade geniş haklar verdi. Anayasanın 109. maddesi Devlet başkanının haklarını 32 bölümde birleştirdi. Bu hakların ölçüsü haddinden fazla genişti, gözlemleyenler “padişahların bile sahip olmadıkları imkânlar” gibi karakterize ettiler.
İktidar yeni Anayasa sürecinde eski “Azerbaycan dili” anlayışının yer aldığı yeni bir plan hazırladı. Bu planın 23. maddesinde devlet dilinin “Azerbaycan dili” olması hakkında hüküm vardı. Bu maddeyi ve bütünlükte anayasa planını halkın çağrıya cevap vermesinden geçirmek için ülkenin bir sıra müessese ve teşkilatlarında, İlimler Akademisinde yönlendirilen müzakereler teşkil edildi. Sonunda Sovyet diktatörü Josef Stalin’in uydurduğu eski kimlik formülü (Azerbaycanlılar, Azerbaycan dili, Azerbaycan edebiyatı, Azerbaycan medeniyeti…) yeniden kabul edildi. Başka bir deyişle, Türk sözüne yeniden tabu koyuldu. Dikkat buyurun: 1995 Anayasasında onlarla millî sözü kullanılmış, bir defa bile millet sözüne ihtiyaç duyulmamıştır. Başka resmi belgelerde de millet sözünün/anlayışının ne ifade ettiği hakkında izahatın olmaması düşündürücüdür. Bu anlamda Azerbaycan Cumhuriyeti Millî Meclisi adındaki millî sözü (yani millete ait olan) yerine meselenin bir başka mahiyetini ifade eden millet sözüyle değiştirilmesi (Millet Meclisi şeklinde) tekliflerine de önemin verilmemesi dikkat çekiyor.
Devlet dilinin rolü Sovyet devrindekiyle mukayesede hayli arttı ve işleme dairesi hayli genişledi. Ama tahsil sisteminde millîleşme sürecinin tamamlanmaması Türk dilinin (Azerbaycan dilinin) tek ve rakipsiz devlet dili statüsüne sahip olmasını engellemektedir.
YAP hâkimiyetinin milletleşme sürecine menfi tesirlerinden biri de ele tahsil sisteminde başlanmış millîleşmenin karşısının alınmasında, Rus dilinin (edebiyatının, tarihinin) yeniden ülke tahsil sisteminde rolünün artmasında kendini gösterdi. Azerbaycan Cumhuriyetinin istiklâlinin önceki haline dönmesinden geçen yıllarda Rus mekteplerinin sayısı azalmadı, aksine arttı. 2021’in Kasım ayında Rusya Federasyonu Başkanı Putin’in Azerbaycan’da öğrencilerin %34’ünün Rus dilinde tahsil alması münasebetiyle Başkan Aliyev’e teşekkür etmesi manidardır.
2000’de Kiril alfabesinden Latin esaslı yeni alfabeye geçiş, hassas kültür hadiselerinden biri oldu. Sovyet devrinin daimi parçaları olan komünist liderlerin Bakü ve başka şehirlerin açık alanlarını doldurmuş heykelleri götürüldü, onların şanına koyulmuş şehir, köy, meydan, alan gibi yer adları değiştirildi. Sovyet rejiminin zorla kabul ettirdiği “tarihi kahramanlar” mevzusu ciddi müzakerelere sebep oldu. Milletin Azerbaycan Cumhuriyetinin sınırlarından kenarda kalan kısımları (Güney Azerbaycan, Borçalı, Derbend, diaspora) ile alakalar genişledi ve şuurlarda millî bütünleşme yönünde mühim ilerleyiş meydana geldi.
Hâkimiyetin Azerbaycancılık, Aliyevcilik ideoloji-yayma faaliyetinin nöbet aşaması çok kültürlü oldu. 2016 yılı başkanın fermanı ile Azerbaycan’da “çok kültürlülük yılı” ilan edildi. Anayasasına göre, birleşmiş devlet olan Azerbaycan Cumhuriyetinde çok kültürlülük ve “çok milletli devlet”in tebliğ edilmesi toplumda milletleşme sürecine ters düşen durum gibi değerlendirildi.
Böylece, bağımsızlığın yeniden beyanından geçen 30 yıl zarfında devlet, Sovyetlerden miras kalan durumu (Ziya Gökalp’ın ifadesiyle ‘harsı bozuk’ durumu) değiştirmeyi kendine dert etmedi. YAP hâkimiyeti ısrarla Sovyet ve Rus değerlerinden el çekmeyeceğini gösterdi. Son yıllarda ‘kamuoyunun tepkisine’ rağmen, hükümet ülkenin gecikmiş sorunlarına değinmedi.
Aynı Homo Sovieticus’un hâli, iktidar gibi muhalefetin de çoğu kısmı için geçerli olduğu bir başka derttir. Hâkimiyetin kozmopolitizmi topluma da tesirsiz kalmadı. Bu tesir Elçibey iktidarının esas şahıslarının rehberlik ettiği partilerden de yana geçmedi. Bu, AXCP ve Müsavat’ta liberal değerlere üstünlük verilmesi, millî değerlerin gözden salınması, gidişinde kendini gösterdi. Kendini liberal adlandıranlar millî azatlık harekâtı bittiği için demokrasi uğrunda mücadeleyi derinleştirmek zarureti fikrinden çıkarak, bu iki esas muhalefet partisinin ideoloji aracı olan müsavatçılığın umumiyetle olmadığını iddia ederek, önceki partileri liberal partilere çevirme doğrultusunda agresif çalışmaya başladılar. Esas hedef, parti programlarındaki milletçilik temel prensibi ve millî değerler idi. Türkçülük onların yazılarında ırkçılık hesap edildi, ona karşı katı çalışmanın vacipliği vurgulandı. Çar ve Sovyet Rusya’sı, bunun gibi Güneyde Pehlevi ve Humeyni rejimleri gibi, adı geçen liberal partiler de Azerbaycan’da Türk milletinin varlığını inkâr ettiler. Tarihen Azerbaycan’da Türk milletçiliğinin sembolü olmuş Müsavat Partisi bu meseleyi teoriye dönüştürerek bir “Azerbaycan milleti” görüşünü böyle hazırladı ve kabul etti5. Tarihi Müsavat Marşı’nda (sözleri Abdulla Şaiq Talıbzade) Türk sözü olduğundan tamamıyla yeni bir marş hazırlandı ve kabul edildi.
Geçen 30 yılda siyasi muhalefetin bir kısmı millî değerlere sıkı bağlı olduğunu daima beyan etmiş, siyasi faaliyetinde millî ve demokratik prensipleri esas tuttuğunu iddia etmiştir. Lakin milletleşme ihtiyacı ve istikametleri siyasi gündeme getirilmedi. Araştırılan mevzu ile bağlı en dikkate değer hadise Birleşmiş Azerbaycan Birliğinin (BAB) meramnamesinin ortaya çıkması oldu. Bu senedi 18 kişilik BAB meramname komisyonu hazırlamış, 2000 yılının Mayıs ayında teşkilât üyelerinin müzakeresine vermişti6. Bu geniş senette bir sıra görüş-ideoloji meseleleriyle birlikte, millet ve devlet kuruculuğu sürecinin ayrı ayrı sahaları da gözden geçirilmiştir. Senette, milletleşmenin demokratikleşme ile tek başına alakasının olması, onların birbirini tamamlaması hakkında metodoloji ehemmiyeti olan bir tespit ortaya koyulmuştur: “Demokratikleşme ve milletleşme birbirinden ayrı tasavvur edilemez; onlar birlikte kanat olup birbirlerini tamamlıyorlar. Eğer demokratikleşme yoksa, milletleşme de mümkün değil ve aksine, milletleşme yoksa, demokratikleşme de olmaz.”7 Burada millî kimliğin biçimlenmesinde iştirak eden dil, tarih, medeniyet, vatan, ülkü (mefkure) amilleri ve Azerbaycan’da bu sahalardaki mevcut problemlerin çözüm yolları hususiyle geniş işlenmiştir. Kuzey Azerbaycan, Güney Azerbaycan ve hariçteki (diaspora) Türklüğün bütünleşmesinin manevi-medeni, sosyal-iktisadi, siyasi-ideoloji yönlerini aks ettiren bölme, hayli derecede Azerbaycan Türklüğü arasında milletleşme süreci mevzusu ile örtüşüyor8. Ayrıca onu da vurgulamak gerektir ki BAB Sadri Ebülfez Elçibey’in Milletleşme, Devletleşme ve Bütünleşme şiarı9 ideolojiyi hayata yeni geçirdi, ama Elçibey’in vefatı (Ağustos 2000) ve BAB’ın faaliyetinin yavaşlamasından sonra bu ilerleme yarım kaldı.
Böylelikle, şimdiki kozmopolit iktidar ve liberal muhalefet millet ve milletçilikten uzak durarak, milletleşme sürecinde tek başına iştiraktan çekindi. Sonuç olarak devlet meydanda tek kaldı, onun gücünü dengeleyecek amil – millet gereken enerjiyi alamadı. Milletleşme süreci daha çok devlet baskısını üstünden atarak ağır ağır ilerlemek mecburiyetinde kaldı.
Milletleşmenin Neresindeyiz?
Hüseyinzade Ali Turan’ın millet doktrini (Türk kanlı, İslam imanlı, Frenk düşünceli ve kıyafetli olalım!) milleti sağlamlaştırma ve geliştirme formülüdür. Üstünden 116 yıl geçtikten sonra gelin düşünelim ne kadar sağlam millet olmuşuz veya milletleşme yolunda ne kadar ilerleyebilmişiz? 1905’den sonraki dramatik tarihimizin 71 yıllık Sovyet dönemini ve millî kimliğimize vurulan yaralar mevzusunu geçelim. Bağımsız devlet hayatı yaşadığımız son 30 yıla bakalım.
Millî kimlik sahasında değişiklik, 1993’ten sonra yeni, ideal olmayan şartlarda kendine çetinlikle yol açmalı oldu. Niye Mahz Türk? başlıklı makalemizde de gösterdiğimiz gibi, etnik ad meselesi hiçbir millette Türklerde olduğu kadar önemsenmemiştir. Mazlum Türklerde milletleşme sürecinin önünü kesmek ya da onu geciktirmek için Rusya, İran ve Çin’deki hâkim rejimler ortak adın istifade edilmesine engel olmaya çalışmış, onları bölüp parçalamak için çeşitli boy adlarını millet adı olarak zorla kabul ettirmişlerdir. Aksine, Türk millî aydınları da bu meselenin üstüne gitmiş, ortak değer olarak onu (Türk adını) korumağa ve yaymağa çalışmışlar. Bu harekât da doğasına uygun olarak Türkçülük harekâtı olarak adlandırılmıştır. Bu keşmekeşli tarih, Azerbaycan’ın timsalinde daha aydın kendini gösterir. Belli yabancı devletlerin (Rusya ve İran) bir zamanlar kabul ettirdiği ad ve yarattığı buhran şimdi de aşılmamış, milletleşme süreci karşısında en önemli mana olarak kalmıştır. Rusya, İran ve Çin’deki yabancı hâkimiyetlerde olduğu gibi bağımsız Azerbaycan Cumhuriyeti hâkimiyeti de bu meselede ısrarcı olarak kalmaktadır10.
Türk Dilli Ülkeler Emektaşlık Şurası’nın VIII. zirvesinde (Kasım 2021) birliğin adının nihayet Türk Devletleri Teşkilatı şeklinde değiştirilmesi ve Azerbaycan rehberliğinin bu süreçte aktif katılımı; Azerbaycan Cumhuriyeti’nin Türk adına koyulmuş tabunun sonunda kaldırılacağını vacip kılıyor. Çünkü kendini Türk devleti olarak gören bir devletin, milletinin Türk milleti olması gerçekliğine karşı çıkması alışılmış mantığa ters düşmüş olur.
Geçen dönemde en hassas gelişme tarih şuuru sahasında kendini gösterdi. Millî harekat zamanı çok popüler olan Cumhuriyet (1918-20) ve muhaceret mevzuları sonraki yıllarda da çekiciliğini korudu. İntibah devrinin fikir ve iş büyüklerinden hayli bölümünün eserleri yeniden basıldı. Bazı gazete ve dergiler çevrilip, yeni baskıları yapıldı. Ancak millî intibah devrinin eski siyasi-ideoloji eserlerinin yeniden halka ulaştırılması işi sonraları nispeten yavaşladı.
Sovyet tarihçiliğinden millî tarihçiliğe geçiş sahasında mühim adımlar atıldı. 1990’da İkrar Aliyev’in rehberliği ile basılmış Azerbaycan Tarihi kitabı Azerbaycan’ı İranlı kimliğinin bir hissesi gibi tanıtmağa hizmet etmekte idiyse, 1994’de Ziya Bünyadov ve Yusuf Yusufov’un düzenlemesi ile basılmış Azerbaycan Tarihi, Süleyman Eliyarlı’nın düzenlemesi ile 1996’da ışık yüzü görmüş, Azerbaycan Tarihi (eski çağlardan 1870 yılına kadar) ise Türk kimliği esas alınarak yazıldı. 1997-2003’lerde basılmış yedi ciltlik Azerbaycan Tarihi en kadim çağlardan 2003’e kadarki dönemi içine alır ve resmi tarihçiliğin son sözü sayılmaktadır. Bu eserin ilk üç cildi Sovyet dönemindeki tarih konsepti esasında hazırlandı (İkrar Aliyev’in umumi redaktesinde). Bu ciltler eski pan-İranist etnogenez ve kimlik konseptini müdafaa etmektedir. Son dört cildinde ise (1800-2003 yıllar arası) Sovyet devrinde yasaklanmış Türk-Ermeni savaşları, Azerbaycan Halk Cumhuriyeti, Türkiye-Azerbaycan alakaları, Azerbaycan Türklerinin millî mücadelesi, Çar ve Sovyet Rusya’sının Azerbaycan’ı işgal etmesi ve sömürge siyasetleri gibi mevzular da yer aldığından bu ciltler resmi tarihçilikte yenilik olarak değerlendirilmelidir.
Millî tarihçiliğin yaralı yeri olan etnogenez ve kimlik meseleleri sonraki yıllarda dikkat merkezinde kalmıştır. Sovyet devrinin yasaklarından kurtulmuş bu mevzularda yeni ciddi ilmi eserler hazırlandı. Kadim devirde şimdiki Azerbaycan coğrafyasında meskun olmuş Subar, Lulu, Kut, Kuman, Kamer, Saka gibi tayfaların etnik mensubiyeti meselesi yeniden araştırma mevzusuna çevrildi. Albaniya ve Alban tayfaları meselesine hasredilmiş kitaplar ve makaleler yazılıp basıldı. En dikkate değer gelişmelerden biri Altay nazariyesine (eski Türklerin ana yurdunun Altaylar olması ve onların batıya doğru göç etmesi) karşı bir zamanlar popüler olmuş Ön Asya nazariyesine yeni nefesin verilmesi oldu.
Bizce, Rus/Sovyet ve İran tarih mirasından kurtarmak için millî tarihçiliğimiz ideolojileşmeden, siyasileşmeden, coğrafyaya aşırı bağlılıktan, sistemsizlikten (odaklanma olmamasından), primordialist yaklaşmadan, haricen aşırı yönelmeden kurtarmalı, mukayeseli analizi esas araştırma yöntemleri arasına almalıdır.
Her iki Azerbaycan’da millet (ve devlet) kuruculuğunu ilerletmiş onlarca şahsiyetimiz olmuştur. Bu kişiler arasında 19 fikir ve amel büyüğümüz ayrılıyor – her şeyden önce, örnek şahsiyet olmaları, örnek fikirler ileri sürmeleri ile. Hasan Bey Zerdabi, Şeyh Cemaleddin Esedabadi-Efkani, Ali Merdan Bey Topçubaşı, Hüseyinzade Ali Turan, Ahmed Bey Ağaoğlu, Memmed Emin Resulzade, Şeyh Mehemmed Hiyabani, Feteli Han Hoyski, Hasan Bey Ağayev, Nesib Bey Yusufbeyli, Üzeyir Hacıbeyli, Ceyhun Hacıbeyli, Mirza Bala Memmedzade, Sadık Aran, Seyid Cafer Pişeveri, Mehemmed Tağı Zehtabi, Tebrizli Eli, Ebülfez Elçibey, Cavad Heyet bu sıralamada başta gelen görkemli şahsiyetlerimizdir. Şüphesiz onların sayesinde Azerbaycan’ın kuzeyinde Türk milleti ve Azerbaycan Cumhuriyeti devleti şimdiki hali ile biçimlenmiş, güneyinde ise millî harekât bugünkü seviyesine ulaşmıştır. Bu şahsiyetleri birleştiren ortak keyfiyetler çoktur: hepsi milletçidir, Türklük için çalışmıştır. Millî ideolojinin tarihi de, bugünü de esasını bu şahsiyetlerin faaliyetine bağlıdır. Onlarsız millî fikir hayatını tasavvur etmek bile çetindir. Bu şahsiyetler milletin namusudur. Onları Kuzeyde Sovyet, Güneyde Pehlevi ve Humeyni rejimleri gözden çıkarmağa çalışmış, onların büyüklüğünü inkâr etmiştir. Şimdiki ve gelecek nesillerimize bu büyüklerimizi tanıtmalı, onların eserlerini meydana çıkartmalı ve yaymalı, onlardan öğrenmeliyiz.
Millet kuruculuğu dönemini yaşayan toplumlar için tarihî kahramanlar mevzusu önemlidir. Bu sahada Çar/Sovyet ve Pehlevi/Humeyni dönemlerinde olmayacak tahrifler yapılmış, millet öz kahramanlarına yabancılaştırılmış, yabancılar kahraman gibi kabul ettirilmiştir. Hâlâ da tarihi kahramanlar mevzusu içtimai fikirde tartışılan mevzulardandır. Millet olmanın zaruri şartlarından biri – paylaşılan ortak geçmiş bilinci bu sahadaki yetersizliğin bir an önce aradan kaldırılmasını talep ediyor.
Böyle bir ortamda Azerbaycan devleti liderinin birinci (1918-20) ve ikinci (1992-93) milli hâkimiyet dönemleri, öylece de millî harekât dönemi hakkında menfi karakterli beyanatları (“Erivan’ı Ermenilere Millî Şura verdi”, “Harekât falan olmayıp, SSCB onsuz da dağılırdı”, “Başkanın kabinesinde her gün sosis votka yiyip içiyorlardı’ gibi) toplumda anlamlı karşılanmamıştır. Cumhuriyet döneminin yanı sıra kurucu babalar davaları da kazanılmıştır ve milli bir değer olarak algılanmaktadır.
Millî kimlikle bağlı diğer sahalardaki (etnonim, tarih şuuru, kurucu şahsiyetler, tarihi kahramanlar) düşündürücü durum, millî günler için de geçerlidir. Millet ve devlet hayatının önemli bir bölümü olan resmî/millî günler listesi yeniden değerlendirilmelidir. Milletle devlet arasındaki mevcut kopukluğu aradan kaldırma gayesiyle bu listede köklü değişikliklerin yapılması arzu edilir. Millî semboller sahsındaki mevcut problemler de bir ayrı mevzudur11.
Millî kimlik anlayışına dâhil olan başka komponentlerde/bileşenlerde (millî dil, dostlar-düşmanlar, din-mezhep vs.) de durum tahminen aynıdır.
Hüseyinzade Ali Turan’ın millet doktrinindeki çağdaşlık ve İslam itikadı meseleleri de hususi araştırılmalı, “Ne kadar çağdaşız, ne kadar ahlaklıyız?” Sualleriyle temellendirilmiş cevaplar bulunmalıdır. Bu soruların cevaplarını sonraki yazılarımıza bırakalım ve birkaç not alalım. Modernizmin beşiği Avrupa çoktandır postmodern değerler hakkında konuşuyor, postmodernist dönemin problemlerini müzakere ediyor. Açıkça söylemek gerekirse, modernizmin ne olduğunu hala bilmiyoruz. Taklit yolu ile bazı modern değerleri aldık, Frenk kıyafetli olduk, ama bu değerlerin mahiyetinden haberimiz yoktur. 1995 Anayasasında ifade/düşünce özgürlüğü meselesi tespit edilmiş (Madde 47. Fikir ve söz özgürlüğü), ama aileden başlayarak siyasete kadar hiçbir sahada bunun (düşünce ve ifade özgürlüğünün) varlığını devam ettiremiyoruz. Avrupa modernizminin lokomotifi olan üniversitelere benzer kurumlar var ama ayrılmaz parçası olan özgür düşünce hakkı tanınmadı… Becerene can kurban prensibinin geçerli olduğu toplumda ahlaktan bahsetmek abestir. “Helal ve haram anlayışları gereksiz bir gericiliktir.” demekle modern düşünceli olmak mümkün değildir. Yalanı, yaltaklığı, rüşveti, adaletsizliği, gaddarlığı, hırsızlığı… normal sayan ve en azından bunlardan iğrenmeyen bir toplum sağlam millet iddiasında olmamalıdır. Onun tedaviye ihtiyacı vardır.
Böylelikle, 1993’ten sonra Azerbaycan Cumhuriyetinde milletleşme süreci mevzusunu sonlandırırken aşağıdakileri göstermek mecburiyetindeyiz. İstiklalinin kazanılmasından 30 yıl geçmesine rağmen, Azerbaycan Cumhuriyetinde millî kimlik problemlerine aydınlık getirilmedi, bazı sahalarda daha da karıştırıldı. Azerbaycanlı coğrafi kimliği ülkede yerliciliğin ve tayfabazlığın kalmasında, hatta artmasında mühim amillerden biri oldu. “Millet nedir?” sualine doğru-dürüst akademik ve siyasi cevap verilmedi. Hâkim siyasi elit bu devirde de milletine yabancı gözle bakmağa devam etti, tahsil sistemi karşısında duran millîleşme ve modernleşme problemleri çözülmedi, edebiyat ve ilim sahaları buhrandan çıkamadı. Bu devirde de ortak tarihi geçmiş şuuru ve geleceğe yönelik paylaşılan millî mefkure tam biçimlenmemiş kaldı. Azerbaycan Cumhuriyeti’nin bağımsızlığının getirdiği tarihi şans yeterince değerlendirilmedi, milletle devlet bütünleşmedi.
Azerbaycan’da milletleşme sürecinin ve millet-devlet münasebetlerinin özelliklerini görmek için diğer halklardaki aynı hadise ile mukayeseye ihtiyaç vardır. Avrupa’da milletleşme ve millet-devletlerin meydana gelmesi kadim tarihe sahiptir ve etraflı öğrenilmiştir. Mevzumuz gereği Avrupa tecrübesi hakkında kısaca bilgi vermek faydalı olabilir.
Millet-devletin Avrupa tecrübesi
Avrupa’da millet-devletlerin meydana gelmesi esasen üç aşamadan geçmiştir. İlk millet-devletler birinci aşamada İngiltere, Niderland ve Fransa’da meydana geldi.. Bu sıraya araştırmacılar bazen İsveç’i de ekliyorlar12. Örnek olarak Fransa’daki millet-devlet sürecine göz atalım13.
Fransa’da millet-devletin meydana gelmesi meselesi hem tarihîlik hem de burada millet ve devlet kuruculuğunun kendine mahsus olagelmesi bakımından özel dikkat istiyor. Çağdaş Fransa, zamanla çeşitli etnik grupların yerleştiği arazi olmuştur. M.Ö. 7.yüzyılda buraya Orta Avrupa’dan Kelt tayfaları (Fransızca: Celtes) göçmüş, buraya daha evveller yerleşmiş eski İtalya (İtalic), Breton, Akuitan (Basklar), İber, Liguria ve eski Yunan tayfalarını kendilerine tabii etmişler. Bu Keltler arasında Kallar (Fransızcası Gailes, İngiliscəsi Gauls) ve Belgae tayfaları sayıca başkalarından daha çoktu. Antik kaynaklarda bu arazi esasen Gallia ya da Celtica olarak adlandırılırdı. Bu toprakları M.Ö. 58-51. yıllarda meşhur Roma generali (daha sonra konsulu) Julius Caesar işgal etti ve birkaç yüzyıl o, Roma İmparatorluğunun terkibinde kaldı. Roma ve Kal medeniyetleri ve halklarının karışması neticesinde burada hibrid Kal-Roma medeniyeti meydana geldi. Kal dili Latin’le karışarak Vulkar Latin olarak adlandırılan bir dile çevrildi. Roma İmparatorluğu’nun sonunda başlayan üçüncü toplu göç, etnik manzaraya önemli özellikler kazandırdı. Bu defa Germen dilli Frank, Visigoth, Suebi, Sahon, Allemanni, Burgund tayfaları yerleştiler ve çağdaş Fransa, geniş arazili Frank İmparatorluğunun (481-843) bir parçasına dönüştü. Yerli ahalinin konuştuğu dil de Frankların adını aldı (la langue française). Daha sonra, 9. yüzılda başka bir Germen tayfası olan Vikingler İskandinavya’dan Normandiya’ya indiler (yerli etnik adları Norman). Bu arada bazı Kelt tayfaları Britanya adalarından gelip çağdaş Fransa’nın kuzeybatısındaki Britanya bölgesine yerleştiler.
Fransa Krallığı (843-1792) döneminde, modern devletin ortaya çıkışıyla birlikte, etnik yoğunlaşma süreci üzerindeki etkisi önemli ölçüde arttı. Özellikle Yüzyıllık Savaş (1337-1453) ve mezhep savaşları (1562-98) etnik birliğin biçimlenmesi sürecine yön verdi. Yüzyıllık savaş neticesinde Fransa, ahalisinin yarısını yitirdi, Normandiya ahalisinin dörtte üçü, Paris sakinlerinin ise üçte ikisi kırıldı14. Bununla böyle savaş, etnik birlik duygusunun yayılmasını iteledi. Savaşın yalnız Fransa ve İngiltere kralları arasında değil, uygun olarak halklar arasında gittiği düşüncesi yaygın idi. İngiltere’de yayılmış şayialara göre, Fransa burayı işgal edip, İngiliz dilini tamamıyla aradan çıkarmayı planlamış. Hâlbuki savaşın gerektirdiği düşman algısının tesiri altında İngiltere’de Norman işgalinden sonra resmî dile çevrilmiş Fransızcanın rolü durmadan azalmaktaydı. Sonra 1362’de İngiltere parlamenti ilk defa İngilizce çıkışla işine başladı15. Fransa’da da anladılar ki, harici işgalcileri vatanlarından kovmak için savaş vaciptir. Genç bir köylü kızı olan Jeanne d’Arc, yalnızca başarılı bir savaşın değil, aynı zamanda bir bütün olarak etnik yoğunlaşmanın da sembolü oldu.
Fransa’da milletleşme sürecini etkileyen bir diğer faktör de Reform’a son derece kanlı olayların eşlik etmesiydi. Fransa kralları Protestan harekâtını çok başından ezmeye çalıştılar. Ancak güçlü direnişle karşılaştılar; yerli Protestanlar (Fransa’da onlara Huguenot diyorlardı) hatta bazı şehirleri ele geçirebilmişlerdi. Uzun yıllar devam eden mezhep savaşlarında 2-4 milyon insanın katledildiği, tek Mukaddes Bartholomew gecesinde Paris’te ve eyaletlerde 10 bin insanın öldürüldüğü tahmin ediliyor. Bourbon sülalesinin ilk kralı IV. Henri’nin verdiği Nantes senedi ile (Fransızcası l’Édit de Nantes) Protestanlara özel ibadet ve beraber vatandaşlık hakları vaat edildi. Mezhepsel çekişme o zamandan beri yatışmış olsa da mezhep çekişmesi yeni baskılara hatta bazen kanlı olaylara yol açtı. Fransa’da etnik birliğin varlığını sağlamak için daha sonra laikliğin en katı şekilde uygulanması gerekiyordu.
Fransa’da modern devlet kuruculuğu İngiltere ve Niderland’da olduğundan farklı yolla ilerledi. İngiltere’de parlamentolu monarşi, Niderland’da cumhuriyet idareciliği kurulduysa da Fransa, mutlak monarşi yolunu seçti. İlk iki ülkede siyasi olarak aktif ve maddi açıdan zengin ticaret ve sanayi tabakası, ülke genelinde yöneticilerinin gücünü sınırlamaya çalıştı ve başarılı oldu. Onlar çağdaş anlamda demokrasi ya da dini özgürlük istemiyorlardı; temsilci hükümetler kurdular, dini inançlar sahasındaki farklılığı kanuni şekle bıraktılar. Fransa’da ise monarşi her şeyin üstünde yer aldı. Kral, yerel seçkinlerin arkasında durup onların çıkarlarını koruduğu halde, İngiliz Parlamentosu gibi millî bir yapının kurulmasına izin vermedi. Kardinal Richelieu’nin idareciliği devrinde (1624-42) Fransa Avrupa’nın en kudretli devletine dönüştü, raison d’état (devlet çıkarı) ilkesine dayanan gerçekçi politikası, sonunda monarşik hükümeti güçlendirdi16. XIV. Louis (Güneş Kral, 1643-1715) Avrupa’da en büyük orduyu kurdu, harp-deniz donanması meydana getirdi ve mezhep ayrılığını bastırdı. Fransa’da merkezi monarşi modelinin ilk sloganı “tek kral, tek yasa, tek inanç” iken, XIV. Louis özerkliğini güçlendirdikten sonra meclise hitaben yaptığı konuşmada, ünlü L’état c’est moi (devletin kendisi) ifadesini kullanmak zorunda kaldı. Bu mutlak hakimiyet aşağı-yukarı 150 yıl, Fransız inkılabına kadar ayakta kalabildi.
1789 yılında Fransız inkılabı siyaset meydanından uzaklaştırılmış Fransız milletini siyasetin merkezine getirdi. Bu devrimle Fransızlar, millet inşasında çok yol kat ettiklerini ve tek güç kaynağının (milletin) ilan edildiğini kanıtladılar. Devrim sırasında kabul edilen ünlü İnsan ve Yurttaş Hakları Bildirgesi, açık bir şekilde şöyle diyordu: “Egemenlik ilkesi yalnızca Millete aittir; Hiç kimse, hiç kimse doğrudan ondan gelmeyen gücü elinde tutamaz.” Devrimin temel ilkeleri demokratik özgürlük, toplumsal eşitlik ve millî düzeyde kardeşlikti.
Fransız milletinin inkılaba mührünü basmasına bakmayarak, millet kuruculuğu sahasında onun karşısında hâlâ halledilmemiş hassas problemlerin kaldığı aydın idi. Fransız dilinin dünyada medeniyet ve diplomasi dili olmasına, Avrupa’nın her yanında yukarı sınıfların konuşma diline çevrilmesi hâlâ Fransa’nın özünde bu dilin vatandaşların ekseriyetinin konuşma diline çevrilmesi demek değildi. Özellikle dinî sahada Latin dili kendi ağırlığını uzun asırlar boyu koruyup sakladı. 1789 Fransa’sında halkın yalnız yüzde ellisi Fransızca konuşurdu, bunların da yalnız yüzde on ikisi – on üçü doğru-düzgün bir şekilde (edebi dilde) konuşabilirdi17. Sadece siyasi milletin varlığının beyan edilmesine bakmayarak, Fransa ahalisinin ekseriyetinin etnik birliği meselesi inkılap zamanı, hatta ondan çok sonralar da tartışma konusu olacaktı. 1789’da, Sieyes adlı bir yayıncı tarafından yazılan bir broşür, uzun süredir devam eden işgalin bir sonucu olarak hala iktidarda olan aristokrasinin “aptal kibirine” saldırdı. Üçüncü sınıf, yani sıradan vatandaşlar, onun görüşüne göre, yalnızca Galyalılardan oluşuyordu. Bu, Frank aristokrasisinin egemenliğine son verme ve onları Alman ormanlarına geri gönderme zamanının geldiği anlamına geliyordu18. Eugen Weber tarafından gerçeklere dayalı bir araştırmaya göre, Gal-Frank ayrımı asla unutulmadı ve Les Gaulois, nos ancetres (Galyalılar bizim atalarımızdır) sloganı her zaman popüler olmuştur. Gal yazarları, Frankları istilacı olarak görüyorlardı. Yazarın bu ilginç makalesi şu düşünceyle bitiyor: “Atalarımızın soyu tükenmiş olabilir. Ama Fransa’da ölüler başka yerlerden daha uzun yaşıyor.”19
1789 Fransız Devrimi’nden sonra, Avrupa’da devlet düzeninin tek ilkesi millet-devlet oldu. Bu sadece millî hareketlerin benimsediği teoriler için değil, teoriler için de geçerliydi. İtalyan devriminin önde gelen isimlerinden Giuseppe Mazzini’ye göre millet-devlet, milletlere dayalı bir doğal dünya düzeninin kurulmasında yol gösterici bir ilkedir. Bu ilke ihlal edilirse, devletlerin kültürel milletlerle kimliklerinin/örtüşmelerine izin verilmezse milletler kin ve öfkeye bulaşır; Kültürel ve dilsel olarak homojen ancak çeşitli devletler arasında bölünmüş milletler, özgürlüklerini ve kimliklerini kaybedeceklerdir20. Fransız İmparatoru Napolyon III, 19. yüzyılda millet-devlet ilkesini destekleyen ilk Avrupa lideri oldu. Ona göre Avrupa kıtası, 1815 Viyana Kongresi’nden sonra kurulan düzeni, halkların isteklerini karşılamadığı için yeni, millî bir temel kurarak sona erdirebilirdi21. Buna karşılık, 19. yüzyılın başlarındaki liberal-demokratik millî hareketlerin özgürlük, demokrasi ve parlamenter yönetişim kavramları ancak millet-devletlerde gerçekleştirilebilmiştir. Milletleri anayasal demokratik bir düzenle eşanlamlı olarak gördüler. Yeni millî hareketlerin karşı karşıya olduğu güçler küçük değildi. Çok milletli imparatorlukların hükümetleri ve küçük devletlerin egemen yöneticileri ellerinde güçlü araçlara sahipti. Hanedanlar, büyük toprak sahipleri, memurlar, ordular, din adamlarının üst kademeleri ve önemsiz üniversitelerin çoğu statükoyu korumak için fedakârlık yapmaya hazırdı.
Millet-devletlerin ikinci dalgası, resorgimento milliyetçiliğinin (İtalyan rönesans anlamında) arka planına karşı gerçekleşti. Sürecin coğrafi merkezi Orta ve Güney Avrupa’ya geçti. Günümüz İtalya ve Almanya’sında uzun bir geçmişi olan küçük devletler tek bir millet-devlette birleşmişlerdir. Örnek olarak Almanya’yı gösterebiliriz.
Kutsal Roma İmparatorluğu, Fransız Devrimi ve Napolyon Savaşları ile sarsılan bir devlet kurumu haline geldi. Alman milletinin Kutsal Roma İmparatorluğu olarak da bilinen bu kurumdaki en yüksek nokta resmen Avusturya imparatoruna aitti. Bununla birlikte, 300-500 büyük ve küçük devlet neredeyse bağımsızdı. 862’den beri var olan bu imparatorluk 1806’da tarihe döndü. Yasal, idari ve siyasi bölünmelere rağmen, eski imparatorluğun Germen toprakları ortak bir dil, kültür ve yasal gelenekleri paylaştı ve bu nitelikler Fransız Devrimi sonrası savaşlar sırasında daha da önemli hale geldi. Sosyal ve siyasi örgütlenmenin hanedan ve otoriter modellerine meydan okuyan Avrupa liberalizmi, Almanca konuşulan toprakların birleşmesi için entelektüel bir temel yarattı. Liberalizmin Almanca versiyonu gelenek, eğitim ve dil birliğinin önemini vurguladı.
Gümrük Birliği’nin kurulması (Zollverein, 1834) ve Alman Konfederasyonu’nun diğer eyaletlerini dahil etmesi eyaletler arası ve eyaletler arası rekabeti azalttı. Viyana Kongresi’nden sonra Avusturya, Orta Avrupa’da baskın güç haline geldi. Ancak, Viyana Kongresi’nin tarafları, Avusturya liderliğini tehdit edebilecek Prusya Krallığı’nın Alman devletleri arasındaki artan gücünü tahmin edemedi. Bu Alman ikiliği, birleşme sorununa iki çözüm olduğunu gösterdi: biri küçük Almanya (Avusturya’sız Almanya), diğeri ise büyük Almanya (Avusturya ile Almanya). Tarihçiler, ilk Prusya başbakanı Otto von Bismarck’ın aklında 1866’da diğer bağımsız Alman devletleri pahasına Kuzey Almanya Konfederasyonu’nun sınırlarını genişletmek veya sadece Prusya Krallığı’nı güçlendirmek için bir plan olduğu konusunda hemfikir değiller. Her halükarda, Bismarck’ın Realpolitik’inin başarısı ile birlikte mevcut koşullar, 19. yüzyılda siyasi, ekonomik, askeri ve diplomatik ilişkileri yeniden inşa etmek için ilk modern devletlerin bir araya gelmesine yol açtı. Danimarka ve Fransız milliyetçiliğine tepki, Alman birliği fikrine ivme kazandırdı.
Bölgesel savaşlarda (1864, 1866, 1870-71) Prusya askeri zaferleri bir heyecan ve gurur duygusu yarattı. Bu, politikacıların birleşme sürecini ilerletmelerine izin verdi. Fransa’nın Fransa-Prusya Savaşı’ndaki yenilgisinden sonra, Ocak 1871’de, Alman devletlerinin başkanları Versay Sarayı’nda toplandı ve Prusya Kralı’nı yeni Alman İmparatorluğu’nun kralı ilan etti; federal bir Alman devleti kurma süreci resmen sona erdi; bu da Alman düalizminin en azından geçici olarak gündemden düşmesine neden oldu. Ancak gürültülü konuşmalar, bayraklar, gürültülü halk toplantıları, anayasa, siyasi yeniden yapılanma, Gümrük Birliği’nin yeni bir versiyonunun kabul edilmesi bir milletin oluşumu anlamına gelmiyordu22.
Milletin-devletin ana unsuru, açıkça formüle edilmiş ve uygulanmış bir millî politika yoluyla millî kültürün inşasıdır. Birleşmeden hemen sonra, 1872-78’de Bismarck’ın girişimiyle Kültür Mücadelesi (Kulturkampf) adı verilen bir politika başlatıldı. Bu politikanın amacı, Alman toplumunun özellikle dil, eğitim ve din alanındaki çelişkilerini ortadan kaldırmaktı. Yeni politika, okullarda standart programların benimsenmesini ve öğrencilerde ortak geçmişe ilişkin fikirlerin oluşturulmasını sağlamıştır. Friedrich Dahlmann (1785–1860), öğrencisi Heinrich von Treitschke (1834–1896), Theodor Mommsen (1817–1903), Heinrich von Sybel (1817–1895) ve diğer tarihçilerin eserleri millet ve milliyetçilik hakkındaki fikir ve teorilerin zayıflamasında önemli rol oynamıştır. Eğitim alanındaki Almanlaştırma politikasının amacı Polonyalı ve Danimarkalı azınlıklara karşıydı. Dini reformlar, ülkedeki Roma Katolik Kilisesi’nin otoritesine karşı yöneltildi ve Cizvit, Fransisken ve Dominik gibi tarikatların yasaklanması, ülkede dini birliğin yaratılmasını amaçladı. Bu önlemlere karşı çıkan dini şahsiyetler ağır şekilde cezalandırıldı.
Bazı Alman politikacılar için millet kavramına çoğulcu bir yaklaşım tipik değildi; Bu, özellikle Yahudi azınlığın yanı sıra Katolikler için de geçerliydi. Bu nedenle Peter Alter, Alman milliyetçiliğini bütünleştirici, aslında asimile edici milliyetçilik olarak görüyor23. Büyük Alman sosyolog Max Weber, 1895’te, bu tür bir milliyetçiliğin gelecekteki sonuçlarını anlıyormuş gibi şöyle yazmıştı: Keşke olmasaydı, çünkü çok büyük bir israftı; Keşke bu, küresel ölçekte bir Alman tehdit politikasının başlangıcı değil, sonucu olsaydı.”24
Avrupa’da millet-devletlerin oluşumunun üçüncü aşaması, 19. yüzyılın başlarında ve 20. yüzyılın başlarında bu kıtanın doğu, orta ve güneydoğu bölgelerinde ortaya çıktı. Bu aşamanın özelliği, kültürel temelli milletler kavramının egemen olduğu koşullarda gerçekleşmesiydi. İkinci özellik, millî birimlerin dev çok milletli imparatorluklardan ayrılmasıydı. Osmanlı İmparatorluğu, Hıristiyan güçlerle sürekli savaşlar sonucunda Balkanlar’da toprak kaybetmiş, devrimler ve Birinci Dünya Savaşı sonucunda Rus İmparatorluğu ve Habsburg monarşisi zayıflamıştır. Batı Avrupa’da büyük hanedan birimlerinden koparak bazı millet-devletler kuruldu. Bu bölgelerin halkları, kendilerini egemen milletten dil ve etnik köken açısından temelden farklı görüyorlardı. Siyasi bilinçleri, içinde yaşadıkları devlet aracılığıyla yaratılmamıştır. Bu bilinç, kendi milli geleneklerine yabancı olan ve yok eden ovaya karşı bir protesto dalgasında oluşmuştur25. 1830’da Yunanistan Osmanlı’dan, Belçika Birleşmiş Niderland’dan, 1878’de Romanya, Sırbistan ve Montenegro Osmanlıdan, 1905’te Norveç İsveç’ten, 1908’de Bulgaristan ve 1913’te Almanya Osmanlı’dan, 1917’de Finlandiya Rusya Emperyasından koptu. 1918’de Polşa, Çekoslovakya, Estonya, Latviya, Litva, Serb, Hırvatistan ve Sloven Krallığı (son üçü 1929’dan beri Yuqoslaviya) adlı yeni devletler ortaya çıktı. Yine aynı yılda Ukrayna, Kuzey Kafkas, Gürcistan, Azerbaycan ve Ermenistan’da yeni müstakil devletler meydana çıktı (ancak hemen sonra Sovyet Rusya’sı onları işgal etti). 1922’de ise İrlanda Büyük Britanya’dan bağımsızlığını kazanabildi.
Avrupa’da millet-devletlerin oluşumunun son ve dördüncü aşamaları, Soğuk Savaş’ın sona ermesi ve Sovyetler Birliği, Yugoslavya ve Çekoslovakya tarihi ile gerçekleşti. Dünyanın başka yerlerinde, Asya ve Afrika’da, yeni bağımsız devletlerin ilanı, esas olarak 1960’larda Avrupa sömürge sisteminin çöküşüyle aynı zamana denk geldi. Ancak bu süreç bazı bölgelerde devam etmektedir ve milletleşme sürecinin küresel ölçekte tamamlandığı, hatta milletlerin çoktan bitmiş olduğu fikri doğru değildir26. Millet-devletlerin oluşumu mekan ve zaman açısından farklılık gösterse de ortak özelliklere sahiptir.
Millet-devlet kavramı, çok milletli devletlerden, şehir devletlerinden, imparatorluklardan, konfederasyonlardan ve diğer devlet yapılarından farklıdır ve hatta bunlarla çelişir. Buradaki temel ayırt edici özellik, milletin devlet ile örtüşmesidir. Bununla birlikte, örneğin, 18. yüzyılda Avrupa’da var olan çok ırklı imparatorluklar – Avusturya İmparatorluğu, Fransa Krallığı, Macaristan Krallığı, Rus İmparatorluğu, Osmanlı İmparatorluğu, İngiliz İmparatorluğu ve küçük devletler için söylenemez. Bu imparatorluklar monarşiydi ve bir kral, imparator veya padişah tarafından yönetiliyordu. Bu devletlerin nüfusu çeşitli etnik gruplara bölünmüş ve farklı diller konuşuyordu. Genellikle bu imparatorluklarda bir etnik grup egemendi ve dili resmi devlet diliydi. Yönetici hanedan genellikle bu etnik gruba aitti, ancak istisnalar mümkündü. Avrupa’daki küçük devletler (hanlıklarımız ve beyliklerimiz gibi) etnik olarak karmaşık değildi, ancak hanedan devletleriydi ve tek bir hanedan ailesi tarafından yönetiliyordu. Toprakları hanedan evlilikleri yoluyla genişletilebilirdi. Kural olarak ayrı bir dil ve kültüre sahip değillerdi ve aynı dil ve kültür çevrede yaygındı.
Geleneksel devletlerin aksine yeni millet-devletlerin ortaya çıkmasıyla durum değişti. İkincisinin ortaya çıkmasındaki en önemli faktör, 18. yüzyıl Avrupa’sında sürekli yayılan popüler hükümet veya millî hükümet fikriydi. Kraliyet ailesi fikrine veya aristokrasinin egemenliğine karşı yapılan toplantılar, milliyetçi akımlarda ve fikirlerde şimdiden önemli bir yer edinmiştir. Teokratik ya da aristokrat unsurlar, siyasi anlamda meşruiyetin temelini oluşturma niteliğini hızla kaybetmişlerdir. Gücün kaynağının ve sahibinin millet olduğu ilkesi bu millet-devletlerin ilk temel unsuru haline gelmiştir. Buna göre, millî hükümeti (veya millî meclisleri veya daha doğrusu millî meclisleri) temsil eden parlamentolar, devletlerin anayasalarına göre en üst organ olarak kabul edildi.
Millet-devletlerin ikinci temel unsuru millî kimliktir. Gittikçe daha fazla ortak bir kimlik, hakim bir süper kültür ve yerleşik bir milli bilinçten oluşan bu milli kimlik ne kadar sağlıklı sağlanacak, siyasi ve sosyal sistem sorunsuz işleyebilecektir. Bu nedenle millet-devletler için millileştirme alanında izlenen politikalar; etnik, dini, bölgesel alt kimlikleri millî kültür potasında eritmek; Vatandaşın milleti tek bağlantı noktası olarak görmesini sağlamak çok önemlidir. Millî marşlar, başkentler, tarihi eserler, bayraklar, armalar, tarihteki zaferler ve kahramanlar, doğal güzellikler gibi semboller, devletlerin kimlik politikalarında vatandaşların milli kimlik düzeylerini yükseltmek için kullanılmaktadır. Ortak bir edebi dilin, ortak bir tarihi düşüncenin, bir milli eğitim sisteminin kurulması, milletlerin ve devletlerin vazgeçmediği şeylerden biridir. Millet-devletler kurulurken, Fransa’da nüfusun sadece küçük bir bölümünün ortak bir dil konuşabildiğine dikkat çektik. On yıllar sonra, ülke nüfusunun çoğunun ortak bir edebi dil konuştuğu söyleniyor. Devletin izlediği bu politika sonucunda 1920’li yıllarda Fransa’nın batısında ve güneyinde Fransızcanın konuşulduğu söylenmektedir27.
Bu iki temel unsura (millî güç ve millî kimlik) ek olarak, araştırmacılar millet-devletleri oluşturan üç ortak özellikten de (ülke, siyasi ve idari bütünlük) bahsederler. Millet-devletlerde ülkenin millet olarak bölünmezliği ilkesi önemlidir. Milliyetçilik, kural olarak, ülke topraklarını değerli bir kavram (vatan) haline getirerek kutsallaştırır. Vatan ve sınır kavramları bütünleşmeye ve özel bir anlam ifade etmeye başlar. Ülke sınırları içinde merkezi yönetimden ayrı ve eşit güç adaları millet-devletlerde hoş karşılanmaz. Millet-devletlerde, bir ülkenin toprakları açıkça tanımlanmış, kutsal bir niteliğe , sadakat unsuru niteliğine sahip ve üzerinde tek bir meşru otoritenin bulunduğu bir bölgeyi temsil etmektedir.
Birlik ve bütünlük içinde bir topluluğu (birlik) inşa etmek için millet-devletin kültürel bütünlüğün yanı sıra siyasi bütünlüğü de oluşturması gerekir. Başka bir deyişle, millet-devletleri ortak bir siyasi kültür etrafında bütünleştirmek ve onları bir siyasi topluluğa dönüştürmekle de ilgilenmektedir. Bu siyasi bütünlük, ülkede tek bir siyasi gücün varlığını, siyasi iradenin tek merkezde toplanmasını veya dağıtılmasını, her yerde aynı kanunların geçerliliğini ve eşitliğini içerir. Siyasi bütünlük esasen vatandaşlık bağı denilen, fertle devlet arasındaki hukuki bağla sağlanmaktadır.
Millet-devletin üçüncü kurucu özelliği idari bütünlük, yani merkezi bir hükümet etrafında örgütlenmiş idari ve siyasi birimlerin varlığıdır. Millî güç ilkesine dayalı tek bir hükümetin varlığı, bu hükümetten kaynaklanan benzer, güçlü ve etkin bir idari teşkilatın ülkede de bulunması önemli bir milletleşme aracı olarak kabul edilmektedir28.
Avrupa’daki milletleşme sürecini ve millet- devletlerin özelliklerini Azerbaycan Cumhuriyeti’ndeki mevcut durumla karşılaştırsak, aşağıdaki sonuçlara varmış oluruz.
Azerbaycan Cumhuriyetinin millet- devlete dönüşmesinin alternatifi yoktur. Bu, tabii-tarihi bir süreçtir, onun karşısında yer almak uğursuzluğa mahkum olmak demektir.
Azerbaycan’da millet- devletin meydana gelmesinin birinci şartı milli hakimiyetin şekillenmesidir. Bu da millî iradenin daima ayakta kalması, iktidarın adil ve özgür seçim vasıtasıyla milletinden kut alması demektir. Millî hakimiyetin olmazsa olmazlarından biri, milleti temsil eden gerçek Millet Meclisinin varlığı, hakimiyet kolları arasında onun üstün mevkiye malik olmasıdır.
Millî kimlik problemlerini hâlâ çözememiş bir topluluk, milletleşme yolunda çok ilerlemek zorundadır. Kuzey Azerbaycan’da Türklüğün millet azmini ortaya koymasından yüz yıldan fazla bir zaman geçmiştir. Sovyet rejimi, hâlâ tam şekillenmemiş millî kimliğimizi istediği şekilde değiştirebildi. Bağımsız Azerbaycan Cumhuriyeti devleti bir çok hâllerde problemlerin çözülmesine değil, Sovyet mirasını daha da güçlendirmeye çalıştı, milletle devlet arasında yeni kopukluk meydana geldi.
Bazı iktidar temsilcilerinin devleti, milletin karşısına koyması, bu karşı koymada akıl almaz ideoloji-fikir jimnastiğine başvurması faydasız meşguliyettir. Anlamak ve anlatmak lazımdır: eski Azerbaycanlılığı tahrif edip, Türkçülüğe karşı koymak abestir. Çünkü Azerbaycanlılık – Türkçülüğün siyasi programıdır. Bahsedilen kopukluğu ortadan kaldırmak için devletin millîleşmesi gereklidir ve önünde sonunda bu gerçekleşecektir. Devletin millî kimlik meselelerine üstün faaliyet istikameti gibi yaklaşması gereklidir. Şüphesiz bu temelde devletin de, milletin de güçlenmesi, millî birliğin meydana gelmesi mutlaktır.
Son Karabağ Savaşı’nda millet devletine sahip çıktı. Çünkü devlet millet yoluna çıktı, ülkenin bölünmezliğini temin etmek için azmetti. Ancak savaştan sonraki dönemde bu birliği görmek için aşırı optimist olmak gereklidir. Ülkenin bölünmezliği problemi çözülmeden “Karabağ meselesi halledilmiştir”, “Arazi bütünlüğü sağlanmıştır.” demek milleti ve millî iradeyi yok saymaktır. Millet-devletin varlığının başka önemli şartı olan siyasi ve idari bütünlük de Karabağ meselesi tam çözülmeden, ülkede işte demokratik bir yönetim kurulmadan mümkün görünmemektedir.
KAYNAKLAR
[1] Görkəmli fikir adamı Prof. Dr. İskender Öksüz ‘nation-state’i millət dövləti olaraq tərcümə edir. İngiliscə olduğu kimi tire işarəsilə vermək bizə daha məntiqli gəlir. Bu işarə (-) iki anlayışın bir-birini tamamladığını, iç-içə olduğunu göstərir.
[2] Mövcud yazı qaydaları Sovet dönəmində qəbul edilmiş, Rus dilinin özəlliklərinə əsaslanmışdır. Yazı dilimiz bu standartlara uymaq zorunda deyildir.
[3] Ayrıntılı bilgi üçün özünüz baxa bilərsiniz:
https://freedomhouse.org/sites/default/files/2020-04/05062020_FH_NIT2020_vfinal.pdf
[4] Ramiz Mehdiyev, ‘Türkçülük tarixin gözü ilə, yaxud milli ideya əsrlərin qovşağında’, Xalq qəzeti, 14, 15, 17, 18 sentyabr 1993.
[5] “Müsavatın etnik siyasət konsepsiyasının əsasları”, Yeni Müsavat, 03. 08.1995.
[6] Bütöv Azərbaycan Birliyinin (BAB) Məramnaməsi, Bakı: BAB Məramnamə Komissiyası, 2004.
[7] Yenə orada, s. 31.
[8] Yenə orada, s. 180-230.
[9] Bu şüar bəzən Dövlətləşmə, Millətləşmə və Bütövləşmə şəklində ifadə edilir. Bizcə, yanlışdır. Çünki millət altqurumdur (bazisdir), onun üstün və yetərsiz tərəfləri üstqurumun enində sonunda keyfiyyətini müəyyən edir/bəlirləyir.
[10] https://turkcudusuncebirliyi.com/detail?id=2
[11] Baxın: https://turkcudusuncebirliyi.com/detail?id=8
[12] Peter Alter, Nationalism, London etc: Edward Arnold, 1994, pp. 70-74. Anthony D. Smith bu sıralamanı belə müəyyən edir: İngiltərə, Fransa, İspaniya, Hollandiya, İsveç və Rusiya (Anthony D. Smith, The Ethnic Origins of Nations, Oxford: Basil Blackwell, 1986, p. 138).
[13] İngiltərə, Niderland, İsveç, eləcə də İtaliya və Almaniyada millətləşmə sürəci haqqında bizim kitabda uyğun bölüm vardır. Baxın: Nesib Nesibli, Azerbaycan Tarihi. Millet, Devlet ve Siyaset, Ankara: Altınordu, 2019, s. 47-59.
[14] Emmanuel Le Roy Ladurie, The French peasantry, 1450–1660, Berkeley and LA: University of California Press, 1987, p. 32.
[15] Geniş bilgi almaq üçün baxın: Urban T. Holmes, Jr, Alexander H. Schutz, A History of the French Language, Columbus, OH: Harold L. Hedrick, 1948, p. 61.
[16] Baxın: Henry Kissinger, Diplomacy, New York etc.: Simon & Schuster Paperbacks, 1994, Chapter three.
[17] Eric J. Hobsbawm, Nations and Nationalism since 1780: Programme, Myth and Reality, Cambridge: Cambridge University Press, 1990, p. 60.
[18] Eugen Weber, ‘Gauls versus Franks: Conflict and Nationalism’, Robert Tombs (ed.), Nationhood and Nationalism in France. From Boulangism to the Great War. 1889-1918, London and New York: Routledge, 1991, p. 9.
[19] Yenə orada, p. 19.
[20] Alıntı: Peter Alter, Nationalism, p. 67.
[21] Yenə orada.
[22] David Blackbourn, The Long Nineteenth Century: A History of Germany, 1780–1918, New York: Oxford University Press, 1998, pp. 240-290.
[23] Peter Alter, Nationalism, pp. 26-38.
[24] Yenə orada, p. 28-29.
[25] Yenə orada, p. 71.
[26] Bu fikirlər haqqında, məsələn, baxın: Jean-Marie Guehenno, End of the Nation-State, Minneapolis: University of Minnesota Press, 1993; Kenichi Ohmae, The End of the Nation State.The Rise of Regional Economies, New York City:Harper Collins Publishers, 1995.
[27] Köksal Şahin, Küreselleşme Tartışmaları İşığında Ulus-Devlet, İstanbul: İlgi, kültür, sanat, 2007, s. 144.
[28] Yenə orada, s. 148.