Yükleniyor...
Yaygın kanının aksine, devlet tarihî bir kategoridir: ezeli değildir, tarihin belli bir aşamasında ortaya çıkmıştır. Devleti devlet yapan nitelikler, dünyanın çeşitli bölgelerinde farklı dönemlerde şekillenmiştir. Uzmanlar, devletin, çağdaş anlamda Avrupa’da Reformasyon döneminin bir ürünü olduğunu düşünmektedir. Aslında devlet kavramının Avrupa dillerindeki karşılığı bugünkü status, stato, état, state kelimelerinin kullanımı 19. yüzyıla rastlar. Bundan önce, bunun yerine siyasi topluluk anlamında polis, civitas, respublica, regnum gibi sözcükler kullanılmıştır. İkincisinin genelleştirilmiş ifadesi, çağdaş bilimsel edebiyatta polity kelimesidir.1 Bazı uzmanlar, çağdaş devletlerden önceki kurumları, şartlı olarak geleneksel devletler olarak adlandırmaktadırlar. Bizce, bu kavram ve yaklaşım makbul addedilebilir. Batı biliminde devlet ve devletçilik tarihi âdeta Batı Avrupa ülkelerinin tarihî materyali üzerine kuruludur. Bu nedenle, kısa analizimiz temel olarak Avrupa’nın tarihî tecrübesine dayanacaktır. Devletin Doğuşu Devletin ortaya çıkışı ile ilgili farklı teoriler mevcuttur. Mitolojik ve dini kavramlar ışığında, devletin, genel yönetim sisteminin, sosyal davranışın ortaya çıkışına ilişkin ilahi (doğaüstü) yaratılış temelinde bir fikir yatmaktaydı. Bunların ayırt edici özelliği, toplum ve devlet arasında fark bulunmamasıdır. Bu fikirler, ilkel insan topluluklarının oluşumu sırasında ortaya çıkmış, Orta çağ’a kadar varlığını devam ettirmiştir. Antik Yunan filozofu Platon’a göre, devlet, Zeus ve Olimpos Tanrıları zamanında ortaya çıkmıştır. Bu Tanrılar, evreni paylaşmak için kura çekmiş, antik Attika arazisi Athena ve Hephaistos’a, Atlantis adaları Poseidon’a düşmüştür. Athena ve Hephaistos soylu olanları Attika’ya yerleştirmiş, onların zihnine demokratik bir devlet yapısına dair kavramlar yerleştirmişlerdi. Poseidon ise Atlantis’te kalıtsal kral yönetimi şeklinde bir devlet kurmuştu. Böylece, Platon, yeryüzündeki yaşamın düzgün bir şekilde düzenlenebilmesi için, insanların olabildiğince efsanevi kozmik-Tanrısal yönetim temellerini taklit etmeleri gerektiğini düşünmekteydi. Eski Hint mitolojisine göre ise, Tanrı İndra evrende ve dünyada kurallar koymuş, onun kanunlarını ve geleneklerini belirlemiştir. Eski Çin mitolojisi ise, gökyüzünün Tanrısal iradesi sayesinde evrende düzenin, iktidarın kurulduğunu, davranış kurallarının belirlendiğini vs. iddia etmektedir. İktidar sahibi olan imparator ise, dünyanın oğlu olarak kabul edilmekteydi. Devletin oluşumu ile ilgili dini teoriler Thomas Aquinas’tan (1225-1274) sonra ortaya çıkmıştır. Onun teorisine göre, devlet hem Tanrısal irade sonucunda hem de insanın iradesi sayesinde yaratılabilir. Devlet yönetimini elde etme ve onu kullanma yolları ise Tanrının isteğine ters düşebilir. Bu durumda, tiran bir iktidar ilahi takdir kazanamaz.2 Devlet yönetiminin Tanrısal kaynağı ile ilgili benzer fikirler Ortaçağ’da da öne sürülmüştür. 20. yüzyılda, devletin doğuşu ile ilgili ilahiyat ekolünün önde gelen son temsilcisi Fransız Kardinal Jacques-Paul Martin (1908-1992) olmuştur. Bugün Vatikan devletinin resmî doktrini bu teoriye dayanmaktadır. Devletin doğuşuyla ilgili patriyarkal-paternalist teoriler çok eski çağlardan beri yaygındır. Devletin aileden, sosyal ve devlet yönetiminin ise babanın ailedeki egemenliğinden ortaya çıkması fikri bu teorinin kökeninde yatmaktadır. Paternalist (pater-ata kelimesinden türeyen) teori, devletle aile arasında doğrudan bağlantı kurmaktadır. Örneğin, Çinli filozof Konfüçyüs (M.Ö. 551-479), imparatoru “Gökyüzünün Oğlu” ve göklerin iradesinin icracısı olarak görmüş, imparatorun hâkimiyetini aile reisinin hâkimiyeti ile özdeşleştirmiş, devleti ise büyük bir aile olarak kabul etmiştir. Konfüçyüs, devletin de aile gibi, liyakat ilkelerine göre, büyüklerin küçüklere bakımı, küçüklerin sadakati ve yaşlılara saygı ilkeleriyle yönetilmesi gerektiğine inanmaktaydı.3 Antik Yunan filozofu Aristoteles’in (M.Ö. 383-322) eserlerinde de devletin oluşumuna paternalist yaklaşım hâkimdir. Devletin doğuşuna ilişkin organik teoriler, devleti canlı organizma, toplumsal evrimin ürünü olarak görmektedir. Bu teoriye göre, sosyal organizmalarda mücadele ve savaş sırasında (doğal seçilim sonucunda) somut devletler ortaya çıkar, hükümetler kurulur, yönetim yapısı gelişir, daha önemlisi organa daha yüksek statü cazip gelir. Bu süreçte, sosyal organizma kendi hücrelerini yutar.4 Ünlü Fransız filozofu Auguste Comte (1798-1857) ve İngiliz sosyolog Herbert Spencer (1820-1903), devletin ortaya çıkışına ilişkin organik kavramın geliştirilmesinde önemli bir rol oynamışlardır. Devletin doğuşuna ilişkin en yaygın görüşlerden biri, sözleşme (doğal-hukuki) kavramıdır. Antik Yunan filozofu Epikür’e (M.Ö. 342/341-271/270) göre, “doğadan gelen adalet, faydalı olanların birbirine zarar vermeme ve zarara tahammül etmemesi bağlamında sözleşmesidir”. Devlet, ortak yaşam kuralları hakkında toplumsal sözleşme sonucunda ortaya çıkmış, bu zaman içerisinde insanlar doğuştan kendisine ait olan haklarından bir kısmını, insanların ortak yararını temsil eden devlete vermiş; devlet de insanların haklarını sağlamayı garanti etmiştir. Hollandalı hukukçu ve devlet adamı Hugo Grotius (1583-1645), devleti iradenin eseri, insanlar arasında sağlanan (onların iradesinin ifadesi) sözleşme sonucu ortaya çıkmış bir olgu olarak görür. Toplumsal sözleşme teorisinin kurucularından İngiliz materyalist felsefeci Thomas Hobbes (1588- 1679), insanlığın devlete kadar olan (doğal) halini “herkesin herkese karşı olan savaşı” olarak betimler. Bu doğal hal içerisinde genel hâkimiyet, kanun ve adalet mevcut değil, herkesin her şeye hakkı vardır. Hobbes’e göre, bu koşullarda insan aklı barışı bulmayı ve onun kurallarına uymayı gerektirmiştir. Bu doğal kanunların gereği, insanları devletin, egemen genel hâkimiyetin kurulması konusunda sözleşme yapmaya yönlendirmiştir. Bu devlet de insanları korku içinde tutar, ancak onların eylemlerini ortak iyiliğe yöneltir. Hobbes sözleşme kavramını, absolyutist/mutlakıyetçi devleti haklı kılmak için kullanmıştır. Aydınlanma Çağı’nın ünlü İngiliz filozofu John Locke’a (1632-1704) göre, devletin kurulmasına ilişkin toplumsal sözleşmenin amacı, herkesin mülkiyet haklarını, hayatını, özgürlüğünü ve mülkiyetini korumaktır. Devletle insanların sözleşme ilişkileri, fikir birliği ilkesine dayanan sürekli ve yenilenen bir süreçtir. Bu ilkeye dayanarak, egemenliğin kaynağı olan halk, toplumsal sözleşmenin şartlarını ihlal eden despotik iktidarı devirme hakkına sahiptir. Ayrıca, her yetişkin fert, toplumsal sözleşmeye katılmaya veya onun dışında kalmaya kendisi karar vermektedir.5 Devletin ortaya çıkışına ilişkin tahakküm görüşünün temelinde, devlet şiddeti (iç veya dış) sonucunda, örneğin, daha güçlü ve organize olan kabilelerin daha zayıf kabileleri esaret altına alması düşüncesi yatmaktadır. Yani devlet, içteki gelişimin bir sonucu olarak değil, güç aracı, şiddet aygıtının dışarıdan kabul ettirilmesi olarak görülmektedir. Devletin ortaya çıkışı ile ilgili psikolojik görüş bağlamında, devlet, insan ruhunun özelliklerinden, ferdin kolektif yaşama ihtiyacı, onun nüfuz arama çabaları, yönetme veya tabi olma arzusundan dolayı oluşmuş bir olgudur. Bu görüş, devletin ortaya çıkışını, sorumlu kararlar verme gücüne sahip girişimci (aktif) bireylerle, sadece taklit etmeye, başkalarının emrini yerine getirmeye eğilimli pasif kitleler arasındaki psikolojik çelişkilerin çözülmesinin bir ürünü olarak görmektedir. Devletin ortaya çıkışına ilişkin Marksist teoriye göre, devlet, sosyal ve ekonomik ilişkilerin üretim yönteminin değişmesi sonucu, sınıfların oluşması ve aralarındaki mücadelenin şiddetlenmesinin sonucu olarak ortaya çıkmıştır. O, bir sınıfın diğerleri üzerinde egemenliğini sağlayan bir baskı makinesi olarak gereklidir. Marksizm’de dört sosyal-ekonomik biçimlenmeye (kölelik yapısı, feodal, kapitalist, sosyalist) göre, dört devlet tipi tanımlanmıştır. Devletin ortaya çıkışı hakkında başka teoriler de mevcuttur. Patrimonyal teoriye göre, devlet, toprak üzerinde özel mülkiyetin oluşumu ile ortaya çıkmıştır. Voluntarist teori ise, devletin ortaya çıkışını izafi ürünün oluşumu ile ilişkilendirir. Sulama teorisi, tarım bölgelerinde devletin ortaya çıkışını, dev sulama tesislerinin kurulması gerekliliği ile açıklar. Irkçı teori de bu konuya (devletin doğuşuna) kendi temel değerler açısından yaklaşmıştır. İngiliz tarihçi Arnold Toynbee, devletleri 26 coğrafi-etnik medeniyete (Mısır, Çin, Batı, Ortodoks, Arap, Meksika, İran, Suriye vb.) ayırmıştır. Çağdaş Devletler Tarih boyunca, toplumlar ve küçük gruplar, güvenliklerini sağlamak, maddi nimetlere ulaşmak, sosyal düzeni ve yaşam sürekliliğini sağlamak için çeşitli kurumlar yaratmışlardır. Dünyanın çeşitli yerlerinde, çeşitli zamanlarda büyük imparatorluklar, küçük şehir devletleri, padişahlıklar, krallıklar, kabile konfederasyonları ve başka şekillerde siyasi kurumlar ortaya çıkmıştır. Onların ciddi bilimsel anlamda çağdaş devlete dönüşmesi için çeşitli niteliklere sahip olmaları beklenmekteydi. Uzmanlar, günümüz Çin topraklarındaki Han Hanedanı, geniş Avrasya çöllerini kaplamış olan Hun İmparatorluğu, Yunan şehir devletleri, eski Roma İmparatorluğu, Aztek ve İnka İmparatorlukları, Bizans, İtalya şehir devletleri ve yüzlerce diğer geleneksel siyasi kurumların çağdaş devleti karakterize eden niteliklerden uzak olduğunu vurguluyorlar. 6 Kalevi J. Holsti, eksik olan bu nitelikler listesine, en azından aşağıdakilerin dâhil olduğunu belirtmektedir:
Çağdaş devleti karakterize eden özelliklerle ilgili uzmanların görüşleri ve sınıflandırmaları farklıdır. Örneğin, Max Weber’e göre, devleti oluşturan öğeler şunlardır: düzensizliği kontrol altına alan araçlar (onun üzerinde tekel); arazi; egemenlik; anayasa; şahsiyet üstü hâkimiyet; toplumsal bürokrasi; meşru iktidar; vatandaşlık.8 Christopher Pierson, bu listeye vergi sistemini de eklemeyi önermektedir.9 Patrich Dunleary ve Brendan O’Leary, bu öğeleri aşağıdaki gibi sıralamaktadır: toplumdan farklı özel kurum; egemenlik; bu ilkenin tüm bireyleri kapsaması; bürokrasinin olması; vergi sisteminin varlığı.10 Joseph R. Strayer, 11. yüzyılın sonları ve 12. yüzyılda ortaya çıkan hâkimlerin ve yöneticilerin, devletin çevresinde oluşan devletin çekirdeği haline geldiklerini belirtmektedir.11 Sovyet döneminin Marksist yazarlarına göre, devletin üç öğesi vardır: hükümet, hukuk sistemi ve belirlenmiş arazi.12 Bu niteliklere sahip devletlerin ortaya çıkışına kadar, 15. yüzyılda Avrupa’da yüzlerce devlet kurumu mevcuttu. Onlarda özel ve toplumsal mülkiyetler henüz birbirinden ayrılmamış, ortak bağlılık hayli yaygındı. Hiçbir prens, feodal baronları, bağımsız şehirleri, hatta kilise hâkimiyetini kendisine bağlayabileceği konusunda kesin bir inanca sahip değildi. Askeri üstünlüğe sahip olmak için paralı asker toplamalı ya da askeri güce sahip olan emrindekilerle ittifak kurmalıydı. Avrupa’daki feodal yöneticilerin tamamı, hatta Kutsal Roma İmparatorluğu içerisinde yer almayan Fransa, İngiltere ve İspanya krallarının dahi, formaliteden de olsa Roma Papa’sının onayını alması gerekmekteydi.13 İki yüzyıl içerisinde durum tamamen tersine döndü. Krallar, artık hâkimiyetlerine meydan okuyanları başarılı bir şekilde itaat altına alabilmekteydi. Gerçi bu itaat çoğu zaman yıkımları da beraberinde getirmekteydi. Merkezî hükümetin kurulması için, sadece kraliyet ailesini temsil edenler mücadele etmemekteydi. Çeşitli niteliklere sahip bir muhalefetle, bu bağlamda küçük ve büyük şehirlerle, toprak aristokrasisi, kilise ve köylülerle karşı karşıya gelmekteydi. Mücadeleyi kazanmak için ittifak kurmak, taviz ve imtiyazlar hakkında resmî belgeler (antlaşmalar) vermek, özerklikler bağışlamak, aristokrasiyi satın almak, görevlerin satışı yoluyla kendisine karşı sadakat oluşturmak, hatta bazen muhalefeti fiziksel olarak ortadan kaldırmak (Petro Rusya’sındaki gibi) zorunda kalıyorlardı. Güç ve iktidarın Orta çağ’a has olan çeşitli merkezlerde (kilise, yerel meclisler, farklı toprak mülkiyetine dayalı feodaliteler) yerleşmesi durumu hızla tarihe dönüştürüyordu. Merkezileşmiş iktidarı kral sarayları sembolize etmekteydi. Merkezileşmiş çağdaş devletlerin oluşumunda, vergi sisteminin kurulması olağanüstü büyük bir rol oynamıştır. O zamana kadar hükümdar, hükümetin, henüz sınırlı olan faaliyetini kendi mülkünden elde edilen gelirlerle finanse edebiliyordu. 17. yüzyılda ise iktidar ve savaş harcamaları büyük oranda artış göstermiştir. Bu nedenle, kralın özel mülkiyeti, bu harcamaları karşılamaktan çok uzaktı. Özellikle daimî ordunun harcamaları hızla artmaktaydı. Rudolf Braun’a göre, vergi sistemindeki neredeyse her değişiklik, beraberinde, Avrupa’da bir sonraki savaşa hazırlık ve neticede savaşı getiriyordu. Bu artan ihtiyacı karşılamak için dört temel kaynak mevcuttu: (1) taht-tacın kendi mülkiyeti; (2) görevlerin satışı; (3) toplumsal vergi sistemi; (4) kolonilerden elde edilen gelirler. Daimî bürokrasi ve ordunun artan ihtiyaçlarını karşılamak için birincisi yetersizdi. İkincisi Fransa ve İspanya’da yaygın olmasına rağmen, devletin ihtiyaçlarının sadece yüzde 15’ni karşılayabiliyordu. Üçüncü gelir alanı (halktan toplanan vergiler) kaynağın büyük bir bölümünü oluşturmaktaydı, ancak o da artan ihtiyaçları karşılamaya yetmiyordu. Sömürgeler sadece birkaç ülkeye, özellikle İspanya’ya gelir sağlamaktaydı.14 Açığı karşılamak için saray, kraliyet ailesinin mülkiyetinin büyük bir kısmını özel tefecilere rehin vermek zorunda kalıyordu. 17. yy’da devletin faaliyet alanlarının genişlemesi, onu izah ve gerekçelendiren birtakım yeni fikirlerin ortaya atılmasına neden oldu. En önemli fikirler, patrimonyalizmin15 gücünü yitirmesiyle öne sürülmekteydi. Artık 15. yy’da İtalya’nın şehir devletlerinde reason d’etat kavramı –hükümdarın özel çıkarları ile devletin refahı arasında fark- kabul edilmişti. Niccolo Machiavelli’nin (1469- 1527) The Prince (Şehzade) eserinin ana fikri, liderin kendi saltanatını nasıl ayakta tutabileceği üzerine odaklanmasına rağmen, bu eserde toplumsal sorumluluk kavramı hakkında çok fazla düşünce bulunmaktadır. 17. yüzyıl siyasi cereyanlarına göre, şehzade veya hükümdar istediği her şeyi uygulayabilecek kadar serbest değildi. Eylemleri yasalar, dini kanonlar ve memur sınıfının (body politic) refahı ile sınırlıydı. Hükümdarın eylemleri, artık devletin taahhütleri çerçevesinde değerlendirilmekteydi. Kraliyet saraylarına bağlı olan yazarlar ve ideologların mutlakıyetçilik teorilerini öne sürdüğü bir zamanda, temel haklar bağlamındaki teoriler de bunlara paralel olarak yaygınlaşmaktaydı. Aynı zamanda, kralın vergi konusundaki yetkilerini ciddi şekilde sınırlayan teoriler ortaya atılmaktaydı. Özel mülkiyete ilişkin teoriler daha da önemliydi. Aslında bu, siyasi düşüncede bir devrimdi. Özellikle bu durum Avrupa modelindeki mutlakıyeti, örneğin, Osmanlı İmparatorluğu, Şogun Japonya’sı veya imparatorluk dönemi Çin’indeki mutlakıyetten farklılaştırmaktaydı. Perry Anderson, Avrupa’daki mutlakıyetçi hâkimiyet çağının, aynı zamanda “mutlak” özel mülkiyet çağı olduğunu düşünmektedir. Özel mülkiyetin kendi yerini sağlamlaştırmasıyla, mutlak hâkimiyet de aslında sınırlanmaya doğru bir eğilim göstermeye başlamıştı.16 Avrupa hanedanlıklarının, 17. yüzyılda devletin büyümesini gerekçelendiren ve açıklayan fikirlere ihtiyacı vardı. Kameralist ve merkantilist yazarlar bu fikirleri öne sürdü. Toplumun uzun vadeli refahı toplumsal ekonomi ve ekonomik liderlik gerektiriyordu. Bunları sadece devlet sağlayabilirdi, bu nedenle devlet, temel kurucu güç haline gelmeliydi.17 Bu arada sözleşme kavramı ortaya çıktı: Hükümet vergi toplayabilirdi, ancak topladıklarını dağıttığı, yabancı tehditlere karşı güvenliği sağladığı ve kralın tebaasının hayatını ve mülkiyetini korumaya harcadığı takdirde bunu yapmaya hakkı vardı. Bu, mali meselelere tamamen yeni bir yaklaşımdı ve devletin kontrolsüz harcamalarını kısıtlamayı öngörüyordu. Böylece, mutlakıyet gibi kavramlara, dönemin İspanya ve Fransa krallarının rüşvete alışmalarına rağmen, 17. yüzyılın siyasi sözlüğünde ve tartışmalarında sınırlama, taahhüt ve sorumluluk kavramları bolca yer aldı. Yönetimde toplumsal ve hanedan çıkarları arasındaki fark genel bir görünüm kazanmaktaydı. Gerçi Fransa’da bu, 1789 devrimine kadar kendine gerekli yeri bulamayacaktı.18 Görünen o ki, yakın zamanda devletçilikle ilgili en yaygın ve etkili fikirler, Reformasyon’un mantıksal olarak öne sürdüğü siyasi taleplerden gelmekteydi. Roma Kilisesi’ne karşı Martin Luther’in (1483-1546) suçlamaları, tüm Avrupa’da Katolik otoritesinin (ve hatta hâkimiyetinin) temellerini yok eden en güçlü saldırı oldu. Yöneticilerin, kendi tebaalarının dinini belirleme gücünü eline alması, burada da dinin yerel nitelikte olduğu fikri, Hıristiyan toplumunun bütünlüğünü bozdu. Kutsal Roma İmparatorluğu’na dâhil olan ve onun dışında kalan Lutheran ve Kalvinist yöneticiler, mezhep seçiminde özgürlük iddiasını ortaya atmak için tüm mevcut kaynaklarını kullanarak güçlü bir devlet haline gelmekteydi.19 17. yüzyıl devletlerinin üzerinde durduğu temel ahlaki ve hukuki kavram, egemenlik veya mülk (realm) dâhilinde hâkim yönetimdi. Bir zamanlar bu, bir istek, her an değişmeye meyilli bir olgu ve bir normdu. Bu standartla (egemenlikle) hükümdarın davranışı ve statüsü değerlendirilmekteydi. Avrupa’daki yöneticiler, birkaç yüzyıl boyunca egemenliklerini doğrulamaktaydı. Genellikle, bu girişimler ülke içinde ve dışında başarısız oluyordu. 17. yüzyılın fikir sistemi, şimdiye kadar elde edilmiş olanları yansıtmaktaydı. Krallar artık Kiliseyle yarışı kazanmış, Kilise’nin kontrolünden kurtulma yönünde önemli derecede başarılı olmuşlardı. İngiliz kralı VIII. Henry kiliseyi ram ederek, Kilise’nin mülkiyetine el koydu, bağımsız İngiliz Kilisesi’ni kurdu. Dini işleri kontrolü altına aldı. Bu bir dönüm noktasıydı ve diğer hükümdarlar da onu taklit etmeye başladı. Artık yazarlar, pratikte kendini gösterenleri, hâkimiyetin ve yöneticiliğin kralın elinde toplanmasını gösterişli bir şekilde ilan etmeye başladı. Jean Bodin (1530-1596) savaş, devrim, dönemin genel kaotik meselelerine kavramsal yaklaşım sergileyenlerden biriydi. Bodin, açık bir şekilde, düzenin, ayrı ayrı hükümdarı aşan, kalıcı ve meşru bir hâkimiyete dayanabileceğini ilan etti. Kendisinin başyapıtı olan Devletin Altı Kitabı (1576) adlı eserinde, egemenliğin bir merkezden kaynaklanan “devlette mutlak ve ezeli bir hâkimiyet aleti” olduğunu belirtmekteydi. Bu, bir hükümdar, bir meclis veya bir aristokrasi olabilirdi. Egemenlik bir bireye veya gruba bağlı değil, devletin bir özelliğidir. Bodin, Orta çağ’a özgü olan toprak mülkiyeti, şehir meclisleri ve yerli yöneticiler arasında paylaşılan egemenlik kavramını reddederek onun bölünmezliğinde ısrar etti. Önemli fikirlerinden biri de ülke içinde veya dışında rakip hâkimiyetin olmamasıydı. Yerel gerçekler farklı olabilirdi, fakat egemenlik bir normdu. Bu normun dışına çıkmak ihlal, haksızlık ve hataydı ve onların düzeltilmesi gerekiyordu. Bodin’e göre, egemenlik, tek bir liderin şanslı veya başarısız olmasıyla değişen bir statü veya şart değildir. O, belli bir ülkede yerleşik olan ve kendine has siyasi bir birliğin özelliklerinden biriydi. Büyüyüp küçülemez, bölünemez veya başka bir şeyle karıştırılamaz. Devletler büyük veya küçük, zayıf veya güçlü, barışçıl veya kaotik olabilir, ancak fevkalade hukuki hâkimiyet – toplum için yasalar hazırlama ve onları uygulama hakkı olan yerde egemenlik vardır. 17. yüzyılın sonunda şehir meclisleri hâlâ yeni kanunlar hazırlayabiliyor veya eski kanunlarda değişiklik yapabiliyordu, ancak bu girişimler kralın açık veya üstü kapalı bir şekilde onayını gerektiriyordu. Ancak egemen yöneticiler (sovereigns) yurtdışına diplomatik temsilcilik gönderebilir, diğer egemen yöneticilerle anlaşma imzalayabilirdi. Sonunda, egemenlik ilkesi ülke içinde siyasi düzen ve istikrar, uluslararası ilişkilerde ise anarşi (kaos ile karıştırılmamalı) yarattı.20 Devletçilik ve egemenlikle ilgili fikirler, uygulamalar ve normlar Osnabrück ve Münster’de (günümüz Almanya’sında) yapılan görüşmelerde birbirine karışmış oldu. Bu görüşmeler tarihe, 1648 yılının Westphalia Barışı olarak geçti. Antlaşma belgesinde arsalar, şehirler, kasırlar ve kalelerin sahiplerinin değişmesine ilişkin uzun bir liste, savaşın bazı ünlü kurbanlarına verilen tazminatlar, çatışmanın çözümlenmesi için yeni bir şema, Fransa ve İsveç’in bu anlaşmanın kefilleri olarak yükselişi ve diğer konularla ilgili metin yer almıştı. Söz konusu antlaşma metninde, egemenlik kelimesi mevcut değildi. Ancak 1648 Barışı, içinde egemenlik fikirlerinin yer aldığı Avrupa’da ilk çok yönlü antlaşmaydı. Bu antlaşma, uluslararası ilişkiler sisteminin oluşumunda dönüm noktası oldu. 17. yüzyılın sonlarına doğru artık Avrupa’nın birçok bölgesinde devlet kavramının temel unsurları varlığını göstermekteydi: toprak, özel ve toplumsal mülkiyetin (hanedan ve devlet çıkarlarının) birbirinden ayrılması, sürekliliğe ve çok yönlü görevlere teminat veren toplumsal kurumların kurumsallaşması, iktidarın meşrulaşması.21 Devletin ve devletçilik kavramının bir sonraki gelişim evresi, 1688 İngiliz ve 1789 Fransız Devrimleriyle başladı. Bu devrimler, monarşi yönetim biçiminin normatif temellerini yıktı ve onun yerini yeni fikirler (sonunda iktidarın kaynağı halktır) aldı. Halkın egemenliği ve kabul edilmiş yönetim normları gerçekten devrim niteliğinde olarak, vatandaşlık kavramının kendisine yol açmasına neden olmuştur. Vatandaşlık kavramını Fransızlar eski Roma’dan miras alarak dirilttiler ve daha önemlisi, bu kavram zamanla bireysel/insan hakları haline geldi. 19. yy’da Avrupa’da çağdaş devletin işlevi daha da genişledi, devletin temel görevlerine yenileri eklendi. Bu asırda tek para birimi ve vergi sistemi oluştu; yerel dilleri kenara iten ve onların yerini alan millî dili (bazen dilleri) önceleyen bir durum ortaya çıktı. Nüfusun yaşlı erkek kısmını kapsayan askeri yükümlülüğü temelinde millî ordular kuruldu. Silahtan arındırılan ahaliyi itaat ettiren, çeşitli biçimlerde sosyal kontrolü uygulayan, kriminal (bazen de siyasi) işlere karşı koyabilen millî polis teşkilatı kuruldu. Devlet, sosyal ve ticari hizmetler (bu bağlamda eğitim ve sosyal güvenlik sistemleri) alanındaki faaliyetini benzeri görülmemiş şekilde genişletti. Devlet, sanayileşmenin organize edilmesi, finansmanı ve düzenlemesinde öncü rol oynadı. Vatandaşlar seçim ve danışma organları vasıtasıyla doğrudan yerel ve millî yönetimde yer aldılar. Bunun dışında, iki önemli olay devletin özelliğini etkiledi. Yönetim daha çok yasal araçlara ve danışma sürecine dayandı. Artık kralın keyfi davranışları, şüpheleri veya sosyal statüye dayalı tercihleri devlet hayatına yön verme hakkına sahip değildi. Devlet memurları sınıfı, özerk statü elde etmeye çalışmaktaydı. İkinci önemli husus, devletin hızlı bir şekilde militarize olmasıydı.22 Son yüzyıllarda devletin nicelik göstergelerinde önemli değişiklikler görülmektedir. Orta çağ’da Avrupa’da devletin bazı özelliklerine sahip 500 siyasi kurum (polity) mevcuttu. 1875 yılında birleşmeler, evlilik ve işgal sonucu sayıları 21’e indi. 20. yy’da tam aksi bir süreç başladı. Birinci Dünya Savaşı’ndan sonra Avrupa’da sekiz yeni bağımsız devlet kuruldu. İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra, 1945’te Birleşmiş Milletler kurucu antlaşması niteliğindeki Birleşmiş Milletler Tüzüğü 51 ülke tarafından imzalanırken, 1970 yılında bu sayı 150’ye ulaştı. Soğuk Savaş sonrasında uluslararası siyasetin konusu haline gelen birkaç bağımsız devlet dünya devletlerinin sayısını 200’e yaklaştırdı. Bağımsız devletlerin ortaya çıkış süreci gelecekte de devam edecek gibi görülmektedir. Son yüzyıllarda devletlerin sayısının yeniden artması, dünya nüfusu arasında etnik-millî süreçlerin hızlanmasıyla ilişkilidir.
1 Bkz: Kenneth H. F. Dyson, The State Tradition in Western Europe. A Study of an Idea and Institution, Oxford: ESPR Press, 1980, Chapter one.
2 Brian Davies and Eleonore Stump (ed.), The Oxford Handbook of Aquinas, Oxford: Oxford University Press, 2012, p.
3 Bkz.: Kemal Gözler, Devletin Genel Teorisi, Bursa: Ekin, 2007, s. 29-31;
4 A.g.e, s. 31-32.
5 Kemal Gözler, Devletin Genel Teorisi, s. 37-40.
6 Örneğin,bkz: K.J.Holsti, ‘States and Statehood’, Richard Little and Michael Smith (ed.), Perspectives on World Politics, London and New York: Routledge, 2006, p. 17.
7 A.g.e, s. 17-18.
8 Max Weber, Economy and Society, vol.1, New York: Bedminster, 1978, p. 56.
9 Christopher Pierson, Modern State, London and New York: Routledge, 2004, p.6.
10 Patrich Dunleary and Brendan O’Leary, Theories of the States. Politics of Liberal Democracy, Chicago: New Amsterdam Books, 1987, p. 2;
11 Joseph R. Strayer, The Historical Experience of Nation-Building in Europe, Karl W. Deutsch and William J. Foltz (ed.), Nation-Building, New York: Atherton Press, 1963, p. 20.
12 Bkz: Большая Советская Энциклопедия, том 7, Москва: Издательство «Советская Энциклопедия», 1972, с. 176.
13 Bkz: Henry Kissinger, Diplomacy, New York etc: Simon and Schuster Paperbacks, 1994, p. 56- 57.
14 Rudolf Braun, ‘Taxation, Sociopolitical Structure, and State-Building: Great Britain and Brandenburg-Prussia’, in Charles Tilly (ed.), The Formation of National States in Western Europe, Princeton: Princeton University Press, 1975, p. 311.
15 Max Weber’in sosyolojisinde, patrimonyalizm, geleneksel siyasi iktidarın bir şekli olarak sunuluyor. Bu iktidar şeklinde, kral sarayı bürokrasi aracılığıyla gerçekleştirilen despotik hâkimiyete sahip olmaktadır. Patrimonyal sistemlerde, yönetim aygıtı ve siyasi güçler doğrudan kralın kontrolünde bulunuyor. Patrimonyal hâkimiyeti, toprak aristokrasisi değil, köleler, devşirmeler ve ücretli işçiler destekliyor. Weber, onun, saray entrikaları ve darbeleri yüzünden siyasi istikrarsızlığa mahkûm olduğunu düşünüyor. Bu nedenle, Weber onu rasyonel kapitalizmin gelişimine bir engel olarak görüyordu. Aksine, Doğu toplumlarında kapitalist gelişimin yokluğu, Weber’e göre, doğrudan despotik iktidarın varlığıyla ilişkiliydi. Bkz: Max Weber, Bürokrasi ve Otorite. Tercüme H. Bahadır Akın, Ankara: Liberte, 2011, s. 81-84.
16 Perry Anderson, Lineages of the Absolute State, London: Verso, 1979, p. 429.
17 K.J.Holsti, ‘States and Statehood’, p. 20.
18 A.g.e.
19 Bkz: Henry Kissinger, Diplomacy,chapter three.
20 John Stoessinger, “The Anatomy of the Nation-State and the Nature of Power”, Richard Little and Michael Smith (ed.), Perspectives on World Politics, London & New York: Routledge, 1992, p. 24.
21 K.J.Holsti, ‘States and Statehood’, p. 21.
22 K.J.Holsti, ‘States and Statehood’, p. 22.